Derin bir nefes aldı. Başını kaldırıp, tribünlerde gürültü yapan o küstah ergen erkek topluluğuna baktı. Koşmaya başladı. Atlama engeline yaklaştığında umutsuzca zıplamaya çalıştı. Yeterince yükselemedi. Takla atmak için eğdiği başı hızla engele çarptı. Karnı ve kasıkları kasanın sivri kenarına sürttü. Yüzüstü kumlara serildi.
Seyirciler kahkahalarla kendisini alkışlıyordu. Sonra hep bir ağızdan ‘nonoş, nonoş’ diye bağırdılar. Son sınıfta okuyan iri yarı üç beş oğlan yanına kadar geldiler. Onu yerden kaldırırken, bir yandan da yüzlerinde çarpık bir gülümseme ile “Willie hadi kızım, başaracaksın” diye alay ediyorlardı. Can acısından gözlerinden yaşlar gelirken, bu sözler hoşuna gitmiş gibi güldü. Boylu boslu bir erkek olmasına rağmen, ona ‘kızım’ demelerine güldü. Acıdan, üzüntüden ve bütün bu saçma sapan şeylere dayanamadığından, bayıldı. Bayılmadan önce son duyduğu, başına toplanan çocukların, ‘zavallı sissy, en nazik yerini incitti’ diye konuşmaları oldu. Sissy yani ‘nonoş’. Okuldakilerin kendisine taktıkları ad buydu işte…
İhtiras Tramvayı, İguana Gecesi, Kızgın Damdaki Kedi, Gül Dövmesi, Sırça Kümes gibi unutulmaz eserlerin yazarı Thomas Lanier Williams ya da asıl bilinen adıyla Tennessee Williams, 26 Mart 1911’de Mississippis’in Colombus şehrinde doğdu. Sonraki yıllarda eserlerinin çoğunda canlandıracağı sorunlu, tuhaf bir ailesi vardı. Babası, alkol sorunu bulunan, sarhoş olduğunda eşi ve çocuklarına şiddet uygulamaktan çekinmeyen biriydi. Annesi Edwina, güneyin aristokrat ailelerinden birinden gelen, püriten bir kültürle yetişmiş, evli bir kadının tek görevinin kocasına kayıtsız şartsız itaat etmek olduğuna inanan ve gerçeklerden kopmuş bir kadındı.
Cehennemden farksız bu garip aile ortamında en savunmasız olan kişi ise Tennessee’nin ablası Rose’du. Babasından ölesiye korkan Rose, annesinden de şefkat göremeyen, hiçbir arkadaşı olmayan zayıf, narin bir kızdı. Kimseyle konuşmuyordu, kimseyle temas kurmuyordu. Zorla götürüldüğü tıp kurumlarında kendisine şizofreni teşhisi kondu.
Gerçeklerle ilişkisi günden güne kesilen Rose’a beyninin ön lobunun alındığı ağır bir ameliyat uygulandı. Nedir, ameliyat başarısızlıkla sonuçlandı ve küçük kız, ömrünün sonuna kadar zihinsel özürlü olarak yaşadı.
Bütün bu sürece baştan sona tanık olan ve annesine bu ameliyata izin vermemesi için günlerce yalvaran Tennessee, ablasının uğradığı bu sonuçtan hep ailesini sorumlu tuttu ve onları asla affetmedi. Daha sonraki yıllarda tam bir alkolik olarak yaşarken, gittiği bütün barlarda kendisine koca bir bardak viski ve yanında da hep bir fincan naneli çay getirmelerini istedi.
Garsonlara birazdan kardeşi Rose’un bara geleceğini ve onun naneli çaydan başka bir şey içmediğini söylüyor ve o sıralarda kilometrelerce uzakta ve yatalak olan Rose’un bara girip naneli çayını içeceğine gerçekten inanıyordu.
On altı yaşına geldiğinde Williams ilk hikayelerini yazmaya başlamıştı. On dokuz yaşına geldiğinde Missouri Colombus Üniversitesi’ne yazıldı. Daha lisedeyken biraz da dikkat çekmek için sergilediği kadınsı davranışlar ile ağdalı güneyli aksanı yüzünden kendisine ‘Tennessee manolyası’ adı takıldı. Üniversiteden ayrıldı ve bir ayakkabı fabrikasında çalışmaya başladı. Burada tanıştığı ve çok etkilendiği sert, maço ve saldırgan genç bir adamı, yıllar sonra Stanley Kowalsky adıyla ünlü İhtiras Tramvayı’nın baş kişisi yaptı.
Fabrikada çalışırken yazdığı ‘Kahire, Şangay, Bombay’ adlı oyunu Güney ABD’nin çeşitli şehirlerinde sahnelendi ve Tennessee yavaş yavaş ünlenmeye başladı.
Bu kadar karmaşık bir yaşama alkol ve uyuşturucuyu da ekleyerek neredeyse edebiyatı unutma noktasına gelen Tennessee Williams’ı yok olmaktan hiç beklemediği bir aşk kurtardı. 1947’de kendisine bir erkek sekreter arayan Tennessee, adaylar arasındaki Frank Merlo’ya görür görmez âşık oldu.
Merlo’nun çabaları sonucu Tennessee alkol ve uyuşturucudan bir süreliğine de olsa kurtuldu ve yeniden yazmaya koyuldu. İhtiras Tramvayı, Kızgın Damdaki Kedi, İguana Gecesi, Yaz ve Duman, Gül Dövmesi, Gençliğin Tatlı Kuşu gibi baş yapıtlarını bu dönemde yazdı. İki kez üst üste Pulitzer Ödülü’nü kazandı.
Tennessee, Merlo için imzaladığı bir fotoğrafına, ‘sen mumları söndürdüğünde, karanlık ile aydınlığı ayıran son ışık da sönmüş olacak’ diye yazmıştı. 1963’te Frank Merlo öldü ve Tennessee için karanlık ile aydınlık arasındaki son ışık söndü.
Rüya sona erdi. Tennessee kırgın, yalnız ve amaçsız bir adam olarak yaşamaya başladı. Hiçbir şey yazmıyor, barlarda, ıssız ve karanlık parklarda sabahlıyordu.
24 Şubat 1983’te yalnız başına yaşadığı New York Elysee Oteli’ndeki odasında boğazına bir şişe kapağı kaçması sonucu yetmiş bir yaşında öldü.
Tennessee Williams hemen bütün eserlerinde güneyli kadınların hikayesini yazdı. Güneyin o büyülü dünyasından kuzeye savrulan ve bu yeni dünyada tutunamayan, yabancıların nezaketine güvenmekten başka çareleri kalmayan, ‘çıtkırıldım’ kadınları yazdı.
Yani kendini yazdı…
Yorum Yazın