Korkuyordu. Hiç durmadan ‘korkma olmaz bu sefer’ diye kendini yüreklendiriyordu ama, yine başaramamaktan da korkuyordu. Arabistan çöllerinde isyancı Arap kabilelerine ve onları hiç durmadan kışkırtan, örgütleyen, silahlandıran sarışın İngiliz’e karşı uğradığı başarısızlığın acısını bir türlü unutamıyordu.
O günleri düşündü. ‘Teşkilat’ı, resmi adıyla ‘Teşkilat-ı Mahsusa’yı aklına getirdi. Teşkilatın Fındıklı’daki Hamallar Loncası’na ait iki katlı ahşap evde bulunan bölge merkezine gittiği ilk günü düşündü. Orada karşılaştığı sivil giyimli kişilerin aslında Enver Paşa, Süleyman Askeri, Kuşçubaşı Eşref gibi imparatorluğun en ünlü askerleri olduğu kendisine söylendiğinde nasıl da şaşırmıştı?
Ömer Seyfettin, Kazım Karabekir hatta Mustafa Kemal’in de zaman zaman görev yaptığı teşkilata girdikten sonra hızla yükselmiş, çok iyi derecede Arnavutça, Makedonca, Farsça ve Arapça bilmesi nedeniyle kısa zamanda hem de Enver Paşa’nın yanında “hususi harekat şefi’ olmuştu.
Teşkilatta en başarılı dönemini geçirirken, Mekke Şerifi Hüseyin Paşa’nın bir ayaklanma hazırlığı içinde olduğu haber alınmıştı. Şerif’i isyandan vazgeçirmek için yine onun Kuran ve Arapça bilgilerine ihtiyaç duyulmuş ve Hüseyin Paşa ile görüşmesi için apar topar Arabistan’a gönderilmişti.
Yirmi beş kişilik bir özel ekiple Mekke’ye ulaştıktan kısa bir süre sonra da beyaz bir devenin üzerinde yakıcı çöllere girivermişti. Susuzluk, Bedevi saldırıları, yılan ve akrep sokmaları, güneş çarpması, dizanteri ve beriberi hastalıklarıyla geçen tam yüz sekiz günde Hüseyin Paşa ile görüşmeyi başaramamışlardı. Mekke Şerifi’nin uzun bir süredir İngiltere’den gelen, tıpkı kendileri gibi Arap kıyafetleri içinde ve bir deve üzerinde çöllerde örgütleme çalışmaları yapan Lawrence adlı bir adamla birlikte olduğu söylenmişti.
Sonunda çölü terk edip Medine’ye geçmişler ama burada yine Lawrence’ın örgütlediği çok şiddetli protestolarla karşılaşmışlardı. Can güvenliklerinin enikonu tehlikede olduğunu görünce de çaresiz İstanbul’a dönmüşlerdi. Onlar İstanbul’a dönüp padişaha durumu anlatırken, Hüseyin Paşa, iki oğlu ve İngiliz Lawrence tarafından yönetilen Arap kabileleri, Osmanlı ordusuna saldırarak, isyanı başlatmışlardı. Bunu haber alan Abdülhamit, özel ekibi başarısızlıkla suçlamış ve en çok da ekibin şefi olarak onu azarlamış ve adeta saraydan kovmuştu.
Şimdi yeniden resmi bir görevle geldiği Berlin’de bu nedenle korkuyordu işte. İngiliz Lawrence karşısında Arap çöllerinde uğradığı başarısızlığın tekrarlanmasından korkuyordu. Görevi, Osmanlı devletinin müttefiki Almanya’nın savaştığı Fransız ordusunda bulunan Müslüman askerleri silah bırakmaya ikna etmekti. Arapça beyannameler, şiirler ve en önemlisi de Kurandan ayetler yazacak, Alman uçakları da bunları havadan Fransız askerleri üzerine atacaktı.
Bu yeni görevinde Arabistan’daki gibi başarısız olma korkusunu içinden atabilmek için bir süre Berlin’de dolaştı. Sonra bir sabah Alman Orduları Genel Komutanlık binasına gitti. Kapıda kendisini bir subay karşıladı. Geniş pencereli aydınlık bir odaya girdiler. Büyük bir masaya oturtuldu. Önüne bir deste kağıt, mürekkep hokkası, kalem uçları kondu. Sonra da beyaz kağıdın tepesine Arapça olarak ‘Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla...’ diye yazdı.
Ayetler, hadisler, kahramanlık şiirleriyle süslenmiş olan beyannamenin yazılması akşama doğru bitti. Hemen çoğaltıldı. Üç gün sonra Alman Fokker savaş uçakları bunları Fransız askerlerine atmak üzere havalanırken, Alman U-9 denizaltıları da aynı beyannameleri Java ve Hindiçin’e götürmek için yola çıkıyordu.
Korktuğu başarısızlığa bu kez uğramayan adam, iç huzuruyla Türkiye’ye döndü ve o sıralarda başlamış bulunan Kurtuluş Savaşı’nda görev alarak hemen Anadolu’ya geçti. Müslüman Fransız askerlerine karşı yaptığı yüreklendirici konuşmaların benzerlerini bu kez Balıkesir Zağanos, Kastamonu Nasrullah camilerinden yaptı ve halkın Kurtuluş Savaşı’na katılmasını teşvik etti. Daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal marşı olan İstiklal Marşı şiirini yazacak ve bu nedenle de ‘milli şair’ unvanı verilecek olan adamın adı Mehmet Akif Ersoy’du…
Mehmed Akif, 1873 yılında İstanbul Fatih’te doğdu. Arnavutluk’un İpek kazasından İstanbul’a göç etmiş olan babası doğduğu tarihe göre yaptığı ebced hesabıyla oğlunun adını Ragif koydu ama bu isim hiç kullanılmadı. Fatih Ortaokulu’nu bitirdikten sonra Baytar ve Ziraat Mektebi’ne girdi. Spora olan merakı da bu sırada başladı. Boğaz’da defalarca karşıdan karşıya geçecek kadar iyi bir yüzücüydü ama asıl merakı güreş hem de yağlı güreşti. Aynı mahallede oturan ve dönemin en ünlü yağlı güreşçilerinden biri olan ‘Kıyıcı Osman Pehlivan’dan güreş dersleri aldı ve karşılığında da ona okuma yazma öğretti. Bir süre sonra özel olarak yaptırdığı ve üzerine mor bir zambak işlettiği hasır zembiline kıspetini koyup, yakın köylerde düzenlenen güreşlere katılmaya başladı. Çatalca’daki bir turnuvada ödül bile kazandı.
Yine o günlerde ney üflemeye de merak sardı ve ünlü Neyzen Tevfik ile arkadaş oldu. O sıralarda Fatih Fethiye Medresesi’nde öğrenci olan Neyzen Tevfik ile Mehmet Akif, Galata Mevlevihanesi’nde tanışıp dost oldular. Neyzen Tevfik, medresenin resmi okul giysisi olan cüppe ve şalvar yerine Mehmet Akif’in verdiği setre pantolonu giyince ve geceleri de yine Mehmet Akif ile dolaşıp, okula gelmeyince medreseden çıkarıldı. İki arkadaş, Neyzen’in Fatih Şekerci Han ve daha sonra da Çukurçeşme Ali Bey Hanı’nda tuttuğu tek göz odada sık sık toplandılar. Ahmet Mithat, Muallim Naci gibi edebiyatçıların da katıldığı bu toplantılarda Neyzen, Mehmet Akif'e ney üflemeyi öğretti, Mehmet Akif de Neyzen'e Arapça, Farsça ve Fransızca dersleri verdi. Aynı yıllarda çocukluğunda başladığı Kuran’ı ezberlemeyi de bitirdi ve resmen Hafız oldu. Siyasetle ilgilenmeye başladı. O sıralarda gizli bir cemiyet olan İttihat ve Terakki’ye girdi. Ziya Gökalp'in başlattığı Türkçülük akımıyla ilgilendi ama daha çok İslam birliği görüşünü benimsedi.
Kurtuluş Savaşı sırasında Kuvayı Milliye saflarına katıldı. Sonra Burdur Milletvekili olarak Meclis’e girdi. Meclisteki en önemli faaliyeti İstiklal Marşı’nı yazması oldu. 1921’de Meclis kararıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal marşı olarak kabul edilecek şiirin yazılması için bir yarışma açıldı ve 500 lira birincilik ödülü konuldu.Yarışmaya gönderilen yüzlerce şiirden hiçbiri kabul edilmeyince bunu Mehmet Akif’in yazması önerildi. Mehmet Akif parayı almamak koşuluyla kabul etti. Yazdığı şiir mecliste ulusal marş olarak kabul edildi. 500 liralık ödül de hayır cemiyetlerine dağıtıldı.
1926’da Mısır’a giden ve üniversitede Türkoloji dersleri vermeye başlayan Mehmet Akif, bir süre sonra hastalandı. Hastalığı ilerleyen Mehmet Akif, Türkiye’de toprağa verilmek istediğini söyleyince 1936 Haziranında bir vapurla İstanbul’a getirildi. Dostu ve koruyucusu olan Abbas Halim Paşa’nın Beyoğlu’ndaki Mısır adlı apartmanında bir kata yerleştirildi. 27 Aralık 1936’da öldü.
Yıllarca öğretmenlik, milletvekilliği yapan Mehmet Akif’in adına kayıtlı bir tek gayrimenkul çıkmadı. Cebinde bir tek kuruş bulunamadı.
Hepsi bu kadar...
Lemi Ozgen bu yazısında, hepimizin 10 kıt’asını ezbere bilip söylediğimiz İstiklal Marşı’mızın şairi Mehmet Akif Ersoy’un hemen hiç bilmediğimiz istihbaratçı ve teşkilatın adamı olduğunu ve bu yönününe değin faaliyetlerini göz önüne sermiş. Baytar Mektebi çıkışlı Mehmet Akif’in tek yapmadığı mesleği olmuş anlaşılan. Dil ve bilmediğimiz pek çok yeteneği uhdesinde barındıran bu müstesna kişilikten baytarlık da beklenemezdi zaten. Akif’in daha ilk geçlik dönemide hızla küçülen Osmanlı’nın bu cendereden çıkmasında, Yusuf Akçura, 1904 yılında Kahire’de naşir Türk adlı gazetede yayınladığı “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesi dönemin yöneticileri ve aydınlarının ortasına ateş gibi düştü Makalenin başlığına yansıyan siyasette üç tarzın Türkçülük, İslamcılık ve Osmanlıcılık olduğu/olacağı idi. Bu üç akımın birinden etkilenmeyen, dışında kalan hemen hiç kimse yoktu. Bu bağlamda Mehmet Akif’in düşüncesinin şekillenmesini, Akif’in üzerine yazdığı kitabında Sezai Karakoç (Mülkiye 1955) da ele alır ve siyasetinde; “Mehmet Akif, İslamcı cereyanın tam ortasında buldu kendisini. İlk elde Eşref Edip’le birlikte Sırat-ı Müstahkim’i kurdular. Sait Halim Paşa’da aralarındaydı. İslamcı düşünce, halk ve devlet yapısından çok kişilerin ahlakındaki değişiklik ve genel hareket tarzlarındaki bozukluk yüzünden varlığımızım tehlikeye girdiği, felaketimizin İslamdan kopmaktan ileri geldiği, tekrar İslama dönmekle kurtulabileceğimiz tezini Müdafa ediyorlardı.”(sf.17) der. Şiirini ise, bir cemiyetin muayyen bir devrini ifade eden Safahat’ı kitabın içeriğinden hareketle; “Birinci Safahat, (Genel Sosyolojik Çizgiler Denemeler), İkinci Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde) spekülatif yapı şiirleri, Üçüncü Safahat, doktrin şiir (Hakkın Sesleri), değer hükümleri, Dördüncü Safahat, Fatih Kürsüsünde (Siyasi Yapı), kadro, Beşinci Safahat, (Hatıralar) karşılaştırmalı tarih, sosyolojik çizgiler. Altıncı Safahat, (Asım), tarihi destansı yapı, savaş sosyolojisi, potansiyel halinde gelecek zaman, Yedinci Safahat, Gölgeler) Metafizik”(sf:41) diye değerlendirir. ******** Safahat’ın altıncı kitabı (Asım)’dan, “Çanakkale Şehitlerine” adadığı şiirinden bir kuple ile bitirelim o halde; “Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi. / Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? / ‘Gömelim gel seni tarihe desem’ sığmazsın”