Niye telefon “acı acı çaldı” derler? Telefon çalar, acı olup olmadığı diğer uçtaki kişinin verdiği mesajının içeriğiyle alakalı değil mi?
Telefondaki arkadaşım, tane tane ama anlaşılması zor bir şeyler söylüyordu.
Bir arkadaşımızın başından geçenlerle alakalı idi söyledikleri. “Bir akşam Seğmenler Parkı'ndaydık. Keyifle sohbet ediyor, şakalaşıyorduk. O salıncak gibi şeye bindi. Az sonra düştü. Hemen acile kaldırdık. Boynu kırılmış. Doktorlar kötü konuşuyorlar…”
“Ne diyorsun?” diye haykırdım. Durumu kavrar kavramaz da paniğe kapılmamam gerektiğinin farkında olarak, “Kötü düşünmek, konuşmak yasak. Genç arkadaş. Atlatacaktır bu badireyi salimen” dedim.
Kırklı yaşlara dümen kırmış bir genç arkadaşın niye çocukça davrandığını, niye dikkat etmediğini falan söyleyecektim ki, altmışını çoktan geride bırakan benim de yakın zamanda benzer bir spor aletini kısa süreli olsa da denemekten kendimi alamadığımı hatırladım. Sonuçta o içimizdeki çocuğu hep ayakta tutmamız gerekmiyor mu?
İki set ameliyat, endişe dolu iki hafta geride kaldı. Artık genç arkadaşımızın bu durumu atlatabileceğine, belki hiçbir sıkıntı kalmayabileceğine, yakında şen şakrak aramıza sağlıkla dönebileceğine inancımız güçlendi. Tabii haftalar, belki aylar sürecek fizik tedavi süreci var önünde.
Hayat bu işte. 40 yaşına gelmemiş bir genç adam, bir anlık eğlence için salıncağa biniyor, düşüyor ve hayatı ciddi riske giriyor. Şükür ki bir süre hastane ve nekahet dönemi sonrasında aramıza katılacak.
“Hayat iplik kadar ince, dikkatli olmak lazım, kopuverir” derdi rahmetli babaannem. İnsanın bir andan diğerine anında geçebileceğine şahit oldum geçen hafta. Perşembe günü sabah saatlerinde öğleden sonra Basın Evi söyleşileri çerçevesinde online olarak misafir edeceğimiz Doç. Dr. Ceren Sözeri mülakatını heyecanla ve içeriğine yönelik büyük bir merakla bekliyordum. Avrupa Birliği finansal desteğiyle yürütülen Medya İçin Demokrasi Projesi çerçevesinde gerçekleştirilen Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi söyleşilerinde Sözeri söyleşisi özel bir etkinlik olacak diye düşünüyordum. Cuma akşamı ise Alman Büyükelçiliği bahçesinde bir film etkinliği vardı, ona katılmayı planlıyordum.
16.00’da başlayacak Sözeri söyleşisi için etkinliğin kolaylaştırıcısı görevini nezaketle üstlenen arkadaşım Duygu Güvenç ile 15.30 civarı konuşurken burnumda karıncalanma başladı. Bir iki hapşırma falan derken, 16.00 olmadan benim burun muslukları tamamen açılmıştı!.. Zar zor açılış konuşmasını yaptım. Ekran kapatarak, açarak konferans sonrasına kadar durumu idare ettim. Ama, olacak gibi değildi. Eve kaçtım.
Gerçi çok uzun süredir mesafeye hep dikkat etsem de bana yakın olan arkadaşlar var mıydı düşünmeye çalıştım. Yok, maskesiz olarak bir metreden yakın kimse olmamıştı.
Birkaç saat sonra ateşim de 38’e dayanınca bendeki ve eşimdeki panik iyice arttı. Bir de boğaz ağrısı başlamaz mı? Sabahı zor ettik. Erken saate aldığımız randevuya uyarak özel bir hastanenin kapısındaydık. Büyük vurdumduymazlık, lakaytlık sinirlendirdiyse de el mahkum bekledik. Test yapıldı. Eve döndük. Akşama kadar süren endişeli bir bekleyiş. Özel hastanede aynı lakaytlık. Test sonucunun belli olacağını söyledikleri saatten ancak üç saat sonra yazılı belgeyi alabildik: Negatif.
Birden iyileştim. Ertesi gün kulak, boğaz, burun (KBB) bölüm doktoru ile görüştüğümüzde teşhis ettiği “alerjik burun akıntısı” zaten benim için sıradanlaşmıştı.
Algı meselesi işte. Kendi adıma, hep yakın temasta olduğum eşim adına ve bir metreden yakın olmasam da çalışma arkadaşlarım adına ne kadar çok korkmuşum o 24 saatte. Ne kadar çok korkakmışım meğer!..
Keşke salıncağa binerken de bu salgın ortamında sosyal temasta bulunurken de etrafta bol polen olan dönemlerde alerjik şahıslar olarak etrafta dolaşırken de biraz sonuçlarını düşünerek hep tedbirli davranabilsek, olası sonuçlardan korkabilsek. Hayat daha iyi olacaktır eminim.
Yorum Yazın