Olağandışı koşullarda, yönetimlerin baskısı sonucunda toplumlarda genellikle “korkunun” yarattığı "suskunluk sarmalı" ile birlikte "tercih çarpıtması" yaşanır ve sonuçta bir "toplumsal felç" durumu meydana gelir.
Bugün tam da böyle bir süreçten geçiyor ülke. Bu üç anahtar kavramı çözümlediğimiz takdirde içinde bulunduğumuz durumu anlamamız, her birinin ne anlama geldiğine ve birbirleri ile olan ilişki ve çelişkilerini yaşadıklarımız bağlamında kavramamız daha mümkün olacaktır.
Suskunluk sarmalı
Suskunluk sarmalı, fikirlerinizin toplumun genelinde kabul görmemesi veya baskı altında olması durumunda, onlardan vazgeçme pahasına susmaktır.
Çünkü sıradan kişi içinde yaşadığı toplumdan dışlanmaktansa, onunla uyum içinde yaşamaya meyleder.
Eğer fikirleri içinde bulunduğu gruptan ya da toplumdan onay görmüyorsa, hatta bu fikirleri açıkladığı takdirde dışlanacağını, baskı göreceğini düşünüyorsa, o zaman bir çeşit kişisel tedbir olarak susar.
Böylece bir fikir sahibi olarak dışlanmaktansa susmayı ve kabuğuna çekilmeyi tercih eder.
Bu durum, o kişiyi zamanla genel geçer görüşe uyum göstermeye, teslimiyetçiliğe kadar götürebilir.
Haksızlıklara artık eskisi gibi ses çıkarmaz, onları görmezden gelmeye başlar, sonunda bu davranışı bir alışkanlığa dönüşür, alışkanlık da zaman içinde kişinin bir nevi karakteri haline gelir.
Sayı çoğalır ve bu giderek bir hastalık gibi topluma sirayet eder, insanlar korktukları için susar ve giderek bir çeşit yabancılaşma yaşanmaya başlar.
Baskı ve adaletsizlik karşısında korkudan ötürü meydana gelen bu suskunluk sarmalının yol açtığı yabancılaşmadır ve bu yabancılaşma aslında insani bir trajedidir.
Tercih çarpıtması
Ancak iş burada bitmez, bir müddet sonra kişi susmakla kalmaz, toplumsal onay alabilmek için, giderek yaygın görüşün yanında saf tutmaya başlar.
İşte burada ikinci anahtar kavram olan "tercih çarpıtması" devreye girer.
Tercih çarpıtması, görüşü ve/veya tercihi öyle olmadığı halde sırf bulunduğu ortamdan dışlanmamak için ve onlardan onay görmek ve hatta onlar gibi görünmek için asıl tercihini saklayıp, baskın tercih yanında yer almak davranışıdır.
Diğer bir deyişle asıl görüşünün hilafına baskın görüşü dillendirme durumu ve davranışıdır. Bir çeşit "sureti haktan görünmek" veya takkiye yapmak da denebilir buna.
Dolaysıyla böyle zamanlarda yapılan kamuoyu araştırmaları gerçeği yansıtmaz, bu çalışmaların standart sapmaları her zamankinin çok çok üstünde gerçekleşir.
(İktidar partisi AKP'nin oylarının gerçeğinden yüksek, siyasal linçle karşı karşıya olan HDP'nin oylarının anketlerde düşük çıkması buna örnek gösterilebilir.)
Bu bir parti, bir görüş, bir duruş için olduğu gibi bir liderin yanında sıkça gösterilen (dalkavukça) bir davranış ve söylem biçimi olarak da göze çarpar.
Kişi burada ilkelerden ziyade konjonktüre göre tavır alır; böylece suskunluk sarmalı giderek tercih çarpıtmasını boyutlandırır o da sosyolojik olarak toplumsal felce yol açar.
Tutuklamalar, haksız ve uzun yargılamalar, baskılar giderek toplumu felç etmeye başlar.
Toplumsal felç durumu
"Suskunluk sarmalı" ile "tercih çarpıtması" nın fonksiyonel etkileşimi sonucunda toplumsal felç durumu meydana gelir.
Diğer bir deyişle, bu halin toplumu sarması durumunda, toplum haksızlıklara reflekssiz kalır, tepki gösteremez hale gelir.
Toplumsal felç toplumun olan bitene (ne olursa olsun) tepki göstermeme halidir.
Şöyle ki; insanın bacağı felçli olduğunda nasıl ki hareket edemezse, felçli hale gelmiş bir toplum da tıpkı felçli bir bacak gibi hiçbir olay karşısında tepki göster(e)mez.
Sanki o olay yokmuş ya da hiç meydana gelmemiş gibi davranır. Bu onun için bir çeşit kendini koruma davranışıdır. Bu da egemenin işine yarar, onun işini iyice kolaylaştırır.
Zamanla toplum öyle bir hal alır ki hiçbir baskı, sindirme, zülüm karşısında korkusundan tepki göstermez, hareket etmez, susar, pısar kalır (ya da öyleymiş gibi görünür.)
Bu durumda korkudan susmak bütün toplumu bir kanser gibi sarar, toplumu felç eder. (Otokratik iktidarların istediği de budur zaten.)
Sonuç olarak şöyle özetleyebiliriz; toplumda oluşan suskunluk sarmalı büyüyünce, o da sonunda kişilerde bir çeşit tercih çarpıtmasının oluşmasına yol açar, iş korkuyla hareket etmeye kadar gider, korkuyla hareket edip "Bana değmeyen yılan bin yaşasın" anlayışı toplumu esir alır, böylece neticede bulaşıcı hale gelen korku toplumsal felç durumunu oluşturur.
Oysa asıl gerçek başlangıçta bu değildir; bu dinamiğe dönmek için korkunun panzehri olan cesur bir liderlik gerekir.
Burada görev muhalefet partileri ve onun öncülerine düşer.
Einstein, "Dünya yaşamak için tehlikeli bir yerse kötüler yüzünden değil, kötülüğe ses çıkarmayanlar yüzündendir" der.
Yukarıda korkunun yarattığı suskunluk sarmalının bir kanser gibi toplumu nasıl sarıp çürüteceğini ortaya koyduk.
Sadece bu da değil; bu durumu yaratanlar, işi burada bırakmaz, bu olguyu sürekli hale getirmek isterler, bunun için de bir şok gerekir.
Şokun sürdürülmesi ve çıkış yolu
Şok
Egemen çoğu zaman bu durumu kalıcılaştırmak ister. Bütün bu durumu ancak "bir şok" kalıcılaştırabilir.
Şok politikası, gerçekten şok edici bir olayın yarattığı şaşkınlık, korku ve çaresizlik duygusunu fırsat bilerek, bunun etkisini canlı tutacak hamleleri art arda devreye sokmaya, sersemleme halini sürekli kılmaya dayanır.
Bu sayede, gücü elinde bulunduranın arzuladığı değişimler dirençle karşılaşmadan gerçekleştirilir.
Darbe girişimi buna örnek olarak verilebilir. Bu kalkışma toplumda bir şok yarattı, ama bu şok iktidar tarafından sürekli kullanılarak kalıcılaştırıldı.
(En son AKP Genel başkanının 'Sokağa çıraksanız sizi FETÖ'deki gibi süpürürüz' sözünü hatırlayın.)
Buradaki benzetmenin garabeti bir yana, sokağa çıkmak hak aramak bir anayasal haktır, devlete düşen de hakkını arayan vatandaşı korumaktır.
Muhalefet bunu demek yerine, "Bizim öyle bir düşüncemiz yok" diyerek aslında korkutulanlar kervanına bilerek ya da bilmeyerek kendini katmış oluyor.
Sosyolog F. Naomi Klein, bu olguyu "şok kuramı" ile açıklıyor. Bazen şok edici bir şey yoksa algı organizasyonu ile medya kullanılarak böyle bir şey varmış gibi yaratılır ve devam ettirilir.
Olağanüstü durum
Şok politikası, siyasal ve hukuki alanda uygulandığında genellikle olağanüstü görünüm altında sürdürülür.
Bunun temel niteliklerinden biri, yasama, yürütme ve yargı güçleri arasındaki ayrımın başlangıçta geçici olarak kaldırılması ama bunu kalıcı kılacak yönetim uygulamalarının hayata geçirilmesidir.
Uygulandıktan sonra da yasama yargı ve yürütme aynı elde toplanır. (Bugün ülkenin katı merkeziyetçi bir sistemle yönetiliyor olması buna örnek olarak gösterilebilir.)
Hukuk düzeninde kurmaca bir boşluk yaratılıp zorunluluk hali gerekçe gösterilerek bütün güçlerin yürütme erkinde toplanması sağlanır.
Yaşanan şok etkisi canlı tutulmaya çalışılarak düzen sürdürülmeye çalışılır.
Burada artık korku ve endişe ilkelerin önüne ve yerine geçer. Yaşatılan örneklerle bu iyice pekiştirilir.
"Bana değmeyen yılan bin yaşasın" anlayışı egemen hale gelir. Susmak ya da tercih çarpıtmak hükmünü sürdürür, "Sakın ha, ya bir duyan olursa, ya beni onlardan sanırlarsa" şeklinde büyüyen korku topluma kangrenli bir hücre gibi sarar.
Bu bütün uzuvları/organları/kurumları sarar. İnsanlar korkar. Herkes bu durumda ancak korku temelinde eşittir.
Bu da toplumu iyice felç eder, çürütür. (Kılıçdaroğlu'nun bürokrasiye çağrısı bu manada anlamlıdır.)
Sürü toplumu
Kimse ses çıkaramaz, itiraz edemez hale gelince hâkim görüş egemenliğini sürdürür.
Sonunda toplum sürü haline gelir ama yaşanacak kötü akıbetten kurtulamaz Nazi Almanya'sındaki Papaz Martin Niemöller başına gelen hikâyedeki gibi.
Hitler, İkinci Dünya Savaşı'nda milyonlarca Yahudi'yi ölüm kamplarına göndermeden önce provasını, iktidara geldiği 1933 yılında komünistler, sosyal demokratlar, sendika başkanları, eşcinseller, Yahova Şahitleri üyeleri ve adi suçlular üzerinde yaptı.
Papaz Niemöller, başına gelenleri şöyle anlatır:
Naziler önce gelip komünistleri götürdüler sesimi çıkarmadım, evet, ben bir komünist değildim. Sosyal demokratları hapsettiklerinde gene sesimi çıkarmadım, çünkü ben bir sosyal demokrat da değildim. Sendikacıları almaya geldiklerinde sustum, nasıl olsa ben bir sendikacı da değildim. Benim için geldiklerinde ise, etrafımda buna karşı çıkabilecek kimseler kalmamıştı…
Çıkış yolu
Bu gayrı insani cendereden nasıl çıkılır?
Soru budur. Cevap; haksızlığa boyun eğmeme bilinci ve cesaretle itiraz etmekten geçer.
Haksızlık karşısında susarak dilsiz bir şeytana dönüşmemek için itiraz etmenin yüceliğini insanlara göstermek gerekir.
Kim gösterecek; elbette halkın öncülüğüne soyunanlar… Bunun için güven veren, samimi ve cesaretli bir liderliğe ihtiyaç vardır.
Bu liderlik korku ile zehirlenmiş iklimi cesaretin oksijeni ile dağıtarak topluma nefes aldırmaya çalışmalıdır. İşte o zaman değişim başlar.
Nitekim herkesin bir düzenden memnun olmama hakkı vardır. Ama bu (memnun olmama) tek başına yetmez.
Bu hak aynı zamanda kötü düzeni değiştirme görevini yükler insana. Çünkü felçli toplum birilerinin işine geldiği için sürdürülmek istenir.
Buna "dur" demek sadece siyasi bir talep değil, aynı zamanda insani ve vicdani bir taleptir.
Sonuç
Geldiğin noktada ya doğrudan yana itiraz edeceksin; ya boyun eğeceksin.
Boyun eğersen, özgürlük, eşitlik ve adaletten uzaklaşırsın; kendine ve insanlığına yabancılaşırsın.
2500 yıl önce, Platon boşuna, "Her toplum layık olduğu şekliyle yönetilir" dememişti.
Biz içinde bulunduğumuz düzene layık görmüyorsak itiraz hakkımızı kullanmalı, karşı çıkmalıyız.
Bizim layık olduğumuz düzen, bireyin özgür, toplumun sorumluluklarını yerine getirdiği, devlettin ise demokratik olduğu bir düzendir.
Unutma;
Dünya yaşamak için tehlikeli bir yerse kötüler yüzünden değil, kötülüğe ses çıkarmayanlar yüzündendir.
Yorum Yazın