İstanbul’da, çağrılmadığım zaman dışarıya adım atasım gelmiyor! Ne bahtsızım ki hemen her gün çağrılıyorum ve sokağa adım attığım andan itibaren İstanbul’un keşmekeşiyle güreşmeye başlıyorum! Yağlı değil, karbondioksitli güreş bu… Küfürlü, hakaretli güreş bu!... Saygısız; adeta karşısındaki herkese düşman muamelesi edilen bir güreş bu! İki taraftan biri kazanmıyor üstelik.. Her seferinde kazanan hödüklük oluyor!
Karşıdan karşıya boş bir yolda geçmeye çalışıyorum. Bir araba son sürat fırlıyor. Kendimi bir anda kaldırıma attığımda süratli şoför başlıyor cilaya: “Sağına-soluna baksana öküz herif!..”.. Aldırmıyorum tabii.. Öküz sıfatını üzerime alınacak kadar düşmedim çünkü henüz.. Bu aldırmayışım şoför hanımı (evet, hem de hanımdı ne yazık ki!) daha da çıldırtıyor ve bu kez başka türlü bir hakaret başlıyor, “Kibirli… Monşer kılıklı herif!..”!
Birkaç yüz metre sonra, aynı istikamette yürüdüğüm yolda bana hakaretler yağdıran şoförün kullandığı arabayı trafiğe takılmış görüyorum! Adabın ve hayatın bu şehirdeki özeti gibi bir hadisedir bu yaşadığım…
Gene başka bir gün yol vereyim istiyorum dar bir kaldırımda… Her gelen geçiyor… Teşekkür hak getire! Bana yol veren mi?! O da hak getire… Kibarlığımı bozuk on dakika sonra tekrar yürümek için hareketlenmesem bütün günüm yol vermekle geçecek!
Kaldırımlara şöyle bir bakınız… Dökülen içeceklerin izleriyle, atılan sakızların gölgeleriyle, af buyurun tükürülen balgamların sarılığıyla dolular! Bu mudur arzuladığımız ideal şehrin sokakları?!
Geçen gün arkadaşlarım Kadıköy’e çağırdı. Gittim. En işlek sokağı, şehrin bu en kalabalık zamanında inşa halinde, inanabiliyor musunuz? Koskoca yaz, belediyenin tatiliyle mi geçti diye sorar aklı başındaki her vatandaş… Aksine hava yağmurluydu. Yağmur suyu kum ve toprakla birleşince feci bir çamur halinde ayaklara yapışıyordu. O ayaklar da, belediyenin armağanı bu çamuru şehrin muhtelif yerlerine bir berat nişanı gibi taşıyorlar; münasip gördükleri yere bir de kendileri yapıştırıyorlardı. Metroların ve otobüslerin tabanlarındaki pislikler nerelerden geldi sanıyorsunuz? Hemen hepsi böyle bir belediyenin nişaneleridirler!
Bu örnekler böyle uzar gider… Olumlusunu bulup da anlatamam… Otomobil kullananı otobanda ayrı bir hödüklükle karşılaşır, yaya olarak yürüyeni kaldırımda! Çünkü şehirleşme kültürünü bir türlü edinememişizdir!
Yazımın başlığı bazılarına ayrımcı gelebilir, hâlbuki bu şekilde yorumlanmamalıdır. Nitekim köyün kuralları ayrıdır, şehrinki ayrı… Bizim bugün yapmak istediğimiz; köyden getirdiğimiz kaideleri birebir şehirde tatbik etmektir… Oysa birkaç hanelik köyün adabı birkaç milyonluk şehirle bir olur mu hiç?
Medeniyet yahut medenilik ne idi? Kentlileşme ve kentlileşmeyle başlayan yolculukta, yeni, yerleşik bir adap kazanma yetisi değil miydi? Peki, en basit ifadeyle bu şekilde anladığımız medeniyet yolculuğunda neden istikametten sapıyor; medeniyette köylülüğün kanunlarını uyguluyoruz? Medeniyet bize istediklerimizi vermedi mi? Medenilik bize güzellikler kazandırmadı mı?
Atatürk ilke ve inkılâpları medenilik içindi. Karşı çıkanları medeniyet düşmanıydılar.
O devrin devlet adamları medeniyet ve medenilik için uğraştılar. Medeniyetin en narin gülü demokrasiyi soldurmamak için aralarından İsmet İnönü gibi tüm imkânlarından feragat edenleri dahi çıktı!
Neden bu medenilik telkinlerini özümseyemedik? Hilkatimize mi aykırıydı? Kanaatimce değildi fakat bazı uygulamaların dikta ve direktifle telkini halkta bir tepki vücuda getirdi ve inadına zıtlaşıldı!
Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın Ankara’da köylüleri ana caddeye kılık ve kıyafetleriyle almaması bu dikta uygulamalarından biriydi mesela… Yıllarca Cumhuriyet kazanımlarına muhalefet edenler tarafından argüman olarak kullanıldı, Vali Bey’in bu tavrı!
Yalnız… Şu var… Karşı çıkıldı da sistemin daha iyisi mi inşa edildi? Turgut Özal’ın askeri kıt’ayı dahi eşofmanla selamladığı rahatlığı ve umursamazlığı tüm kurumlara sirayet etti… Devlet müesseselerindeki kılık-kıyafet serbestisi, bu kurumların ciddiyetini zedeleyecek bir salaşlığı beraberinde getirdi… Şimdi de okullarda aynı serbestiyi görüp üzülüyorum… Demek ki yarın daha beter insanlarla muhatap olacağız…
Şehre gelip, şehirde yaşanıp da bu şehirde köyün yaşayışını, köyün âdetlerini özlemek abesle iştigaldir. Şehirde “köy kahvaltısı” reklamı yapan lokantalara rastlamak dahi medenileşmeye balta vuran bir durumdur. Netice itibariyle salt kentli diye bir olgunun varlığına inanmıyorum. Hepimiz bir yerden, bir köyden çıktık… Yalnız şehirde yaşayacaksak eğer, şehirliliğin getirdiği kuralları uygulamakla yükümlüyüz.
Kıymetli akademisyen dostum Ahmet Şeyhun’un bir sohbetimizde dediği gibi, “Hepimiz kökene inildiğinde o ya da bu şekilde taşralıyız. Fakat şehirde yaşaya yaşaya bazı kazanımlar elde ettik ve bir kültür sahibi olduk. Kendimizi yetiştirdik. Kentte yaşayacak herkesin de bu kültüre sahip olması gerekir!”.
Çok doğru… Köyleşen kent, köylüleşen kentli medeniyeti kaldırmaz… Tıpkı köyün kentliyi kaldırmayacağı gibi…
sevgili erdam, haklısınız. zamanında modernleşmeyle birlikte 'köy enstitüleri' değil, 'kent enstitüleri' kurulmalıydı, diye yazmıştım. senin 'hödüklük', 'köylülük' ya da 'taşralılık' olarak nitelediğin durum, bana sorarsan, sosyolojik olarak, modernliğin 'birey' kavramının 'bencillik' olarak idrak edilip hayata böyle geçirilmesinden ibarettir. sürücü kadın, sana yol verdiğin için teşekkür etmeyenler, aslında birey olmayı egoizm olarak alımlayanlardır.[istiklal caddesinde, şiddetle omuz vurarak geçen birinin, dönüp, 'afedersiniz!' dediğine hiç tanık oldun mu?] .selam.