Raif Efendi her zaman yaptığı gibi merdiven korkuluklarına tutunarak ikinci kata çıktı. Sabahın bu erken saatlerinde resim galerisi neredeyse boştu. Gerçi kalabalık olsa da Raif Efendi’nin bunu fark edecek, bundan tedirgin olacak bir hali de yoktu zaten. Raif Efendi sadece “o kadını” görmek istiyordu. Tamı tamına yedi ay, yirmi iki gündür her sabah hiç aksatmaksızın “ziyaret ettiği” o kadını görmek istiyordu.
Telaşla yürüyüp, koridorun sonuna geldi. “Kadın” oradaydı işte. Önce kadına biraz yaklaştı, sonra da iki adım geriye çekilerek kadına bakmaya başladı. Bakıyordu sadece. Kalp atışları hızlanmış, elleri terlemiş, sağ bacağı her zamanki gibi seyirmeye başlamış bir halde öylece kadına bakıyordu.
Kadın güzeldi. Bunu sadece Raif Efendi değil, onu gören diğer herkes de kabul eder ve söylerdi. Kadın güzeldi. “Yaşamın kıyısında kendi kendine boğuşurken, bir yandan da aşkıyla içindeki tüm gizli güçleri sere serpe yaşamak isteyen güçlü bir kadındı” ve güzeldi.
O, kesinlikle bir “Madonna”ydı. Piyano beyazını andıran soluk bir yüzü, siyah ve inadına kalın bırakılmış kaşları, çetrefil kirpikleri, tehlikeli ve belalı bir şeyler çağrıştıran dolambaçlı saçları ile o gerçekten güzel bir kadındı.
Nedir, kadının güzelliği bunlardan değil, bakışlarından kaynaklanıyordu asıl. Gözleri siyahtı ve sanki bir uçurumun dibinden bakıyormuş gibi öylece süzüyordu insanları. O bakışları görenlerin, karanlık ve çıkmaz sokaklara sapması, canına kıymaya yeltenmesi sanki kaçınılmaz gibiydi. O karanlık gözleri görenler ürküyor, tedirgin oluyor, kaçmak istiyor ama kaçamıyordu.
Raif Efendi de kaçamıyordu. Tamı tamına yedi ay, yirmi iki gündür her sabah hiç aksatmaksızın “ziyaret ettiği” o kadından kaçmak istiyor ama kaçamıyordu işte.
Ellerini arkasında kavuşturdu. Kadına doğru bir adım atıp, saygıyla durdu. Neredeyse diz çökecekti. Kadın şimdi sadece ona bakıyordu. Karanlık vadileri çağrıştıran o bakışlarda, açıkça görülen bir nefret vardı ve Raif Efendi bunu görebiliyordu.
“Benden niçin nefret ediyorsunuz efendim?” diye korkarak fısıldadı. Korkudan yüzüne bakamadığı kadın bir süre sustu. Sonra konuştu:
“Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musun? Sırf böyle en tabii hakları imiş gibi bizden birçok şey istedikleri için. Kendilerini daima bir avcı, bizi ise zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçemiyorlar. Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum” dedi. Elifi elifine böyle dedi işte.
Raif Efendi, tamı tamına yedi ay, yirmi iki gündür her sabah hiç aksatmaksızın “ziyaret ettiği” ve her defasında bu sözleri duyduğu kadının önünde bir kez daha eğildi ve dışarıya çıktı.
Kadının karanlık ve insana tehlikeli anaforlar yaptıran bakışlarının onu izlediğini biliyor ve bunca zamandır niçin her sabah buraya gelip, o hiç değişmeyen sözleri dinlediğini merak ediyordu.
“Yaşamın kıyısında kendi kendine boğuşurken, bir yandan da aşkıyla içindeki tüm gizli güçleri sere serpe yaşamak isteyen güçlü kadın”, piyano beyazını andıran soluk yüzüyle, siyah ve inadına kalın bırakılmış kaşlarıyla, çetrefil kirpikleriyle, tehlikeli ve netameli bir şeyler çağrıştıran dolambaçlı saçlarıyla ona bakıyordu.
Bir uçurumun dibinden bakıyormuşçasına insanı korkutan o karanlık bakışlarıyla ona bakıyordu. “Mari Pudler”, “Kürk Mantolu Madonna” ona bakıyor ve Raif Efendi niçin her sabah buraya gelip, o hiç değişmeyen sözleri dinlediğini merak ediyordu...
Raif Efendi bunu merak ediyor ve ben de ilk “tefrika” edildiği 18 Aralık 1940’tan beri hep liste başı olan, hep en çok okunanlar listesinde en tepede yer alan Sabahattin Ali’nin bu “Kürk Mantolu Madonna” kitabının niçin bu kadar çok sevildiğini merak ediyorum.
Dile kolay. Tam seksen üç yıl önce yazılmış bir kitap, asla eskimeden, her gün yeni bir yanı “keşfedilerek” nasıl da hep böyle başköşede oturur?
Bir yayınevinin geçenlerde “65’inci baskısını” yaptığı Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna” kitabını kim bilir kaçıncı kez okurken, ben de bunu merak ediyorum işte.
Raif Efendi’nin Mari Pudler’e yani “Kürk Mantolu Madonna”ya duyduğu o marazi aşkı, aylarca her sabah gelip Mari Pudler’in yağlıboya portresini bıkıp usanmadan seyretmesini, Mari Pudler’in ona “sizden nefret ediyorum” demesini beklemesini, o sözleri duyduğunu sanmasını, sonra da bir suçlu gibi resim galerisinden alelacele kaçmasını okuyor ve merak ediyorum.
Belki de bunun nedeni bir “ruh sürçmesi”dir. Ruhlarımızı anlayabilmek için hiçbir şey yapmadan öylece bakıp durmamızdır. Raif Efendi, “dünya’nın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir, niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz” diyor.
Haksız mı?
Yorum Yazın