KURUMLAR VE İNSANLAR...
(BİR KANUN TEKLİFİ VESİLESİYLE MERKEZ BANKASI BAĞIMSIZLIĞI ÜZERİNE)
Bu ara başlık ünlü romancı John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar eserine benzedi ama varsın olsun; çünkü tam da anlatmak istediğim şeye atıf yapıyor.
Bir ülkede devletin başındaki şahış ister karizması ister ona tanınan yetkiler nedeniyle aşırı güçlüyse devlet kurumları yapıları itibarı ile sağlam bile olsalar onun gölgesinde kalır ve ister istemez zayıf bir görünüm sergilerler.
Bu devlet için büyük bir tehlike demektir; çünkü devlet kişilerle kaim olmamalı, ömrü insan hayatından daha uzun kurumlara dayanmalıdır.
Yakın tarihimizde biri devletin son demlerinde olduğu, diğeri ilk nefeslerini aldığı iki güçlü adam vardı: 2. Abdülhamid ve Atatürk.
Birincisi saltanat makamının verdiği olağanüstü yetkileri nedeniyle güçlüydü; ayrıca bir saray darbesi yaparak meşruti idareyi yok ettiği için güçlüydü.
Diğeri yani Atatürk devletin kurucusu olarak prestije sahipti, ayrıca olağanüstü karizmatik bir kişiliğe sahipti. Ve nihayetinde cumhurbaşkanı ve tek parti döneminde parti başkanı olarak yetki bakımından da kuvvetliydi.
Abdülhamid bu gücünü kurumları zayıflatmak yönünde kullanmıştır. Herhangi bir kurumun, o kurumun başındaki herhangi bir kişinin asla sivrilmemesine çok dikkat etmiş, bunu kendisi için tehdit olarak görmüştür. Bu en yakınındakiler ve sevdiği kişiler için bile böyleydi.
Atatürk ise tam tersine hareket etmiştir. Yani cumhuriyetin yaşaması yeni kurulmuş kurumlarının kökleşmesine bağlıydı. O nedenle kendi karizmasının bir kısmını kurumların çoğunun henüz yeterince var olmayan itibarını berkitmek için onlara ödünç vermiştir.
Devlette şu ana kadar bu kadar güç elde eden üçüncü şahıs İsmet İnönü ise dördüncüsü de Recep Tayyip Erdoğan’dır.
İsmet İnönü kurumlara karşı tutumu açısından Atatürk’ü taklit etmeye çalıştı.
Erdoğan her hali ve tavrıyla Abdülhamid hayranı olduğunu gizlemiyor ve kurumlara karşı da Abdülhamid’in tavrını benimsemiş görünüyor.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) başında 5 yıl kalan eski TÜİK Başkanı Birol Aydemir, İndependent Türkçe’ye şöyle demiş:
''İktidarın kurumlara saygısı yok'' ifadelerini kullanan Aydemir, ''Güçlü kurumlar istenmiyor. Bu da başkanların sık sık değişmesine neden oluyor. Merkez Bankası ya da TÜİK gibi kurumların bağımsızlığı ortadan kaldırıldı. Önceden başkanlar Bakanlar Kurulu kararıyla atanır ve 5 yıl görevden alınmazlardı. Bu da başkanların 5 yıl boyunca önlerini görebilmeleri ve istikrarlı projeler geliştirebilmelerini sağlıyorlardı. Şimdi sabah karar veriliyor ertesi gün görevden alınıyorlar. Devlet kurumları artık hem insan kaynakları hem de politika üretimi konusunda güçlü yapılar değiller. Mesela Merkez Bankası ya da Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu Başkanları tek bir kararı dahi kendileri alabilir mi?" (Bkz. https://www.indyturk.com/node/324026/ekonomi%CC%87/5-y%C4%B1l-sonra-ilk-kez-t%C3%BCi%CC%87ke-asaleten-ba%C5%9Fkan-atand%C4%B1-eski-ba%C5%9Fkanlardan-aydemir )
Bu konuda eski TÜİK Başkanı ile aynı kanıda olan –belki AK Parti içinde bile- birçok kişinin olduğu söylenebilir.
Belki dünyanın daha normal günlerinde kurumların zayıflamasının ülkeye verdiği zarar daha sınırlı kalabilirdi. Ne var ki dünyanın ekonomik bir kaos içinde olduğu Türkiye’nin kendine has fazladan kırılganlıklarının olduğu bu dönemde kurumların gücüne ve itibarına her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
Gören gözler için dünyada bir cins “mükemmel fırtına”nın yaklaştığı çok açık. Türkiye’de ikide bir “hepimiz aynı gemideyiz” denilip duruluyor. Bunu boyuna söylemek yerine gemiyi sağlamlaştırmaya uğraşmak daha akıllıca olmaz mı?
Zaman git gide azalıyor zira…
BİR KANUN TEKLİFİ VE MERKEZ BANKASI BAĞIMSIZLIĞI
Bir Amerikan mizahçısı Will Rogers’ın meşhur şakasını hatırlatalım; zira ne derler bilirsiniz her şakada bir gerçek payı vardır!
“Zamanın başlangıcından bu yana üç büyük icat yapılmıştır: Ateş, tekerlek ve merkez bankası.”
İşte bu yazıda kurumlar üzerine yazıyı bu nedenle TCMB ve merkez bankacılığı üzerinden sürdüreceğim.
***
25 Mart 2021’de TBMM’ne İyi Partili üç önemli isim Eski TCMB Başkanı, Ankara Milletvekili, Plan ve Bütçe Komisyonu Üyesi Durmuş Yılmaz, Samsun MV, Plan ve Bütçe Komisyonu Üyesi Erhan Usta ve Bursa MV, Grup Başkanı İsmail Tatlıoğlu bir kanun teklifi verdi.
Kanun teklifinin özü, TCMB Başkanlarının ikide bir, neden olduğu bile doğru dürüst açıklanmadan görevden alınmalarını önlemek.
Kanun tasarısının gerekçesinde şöyle deniliyor:
“Dolayısıyla, TCMB’nin temel amacının fiyat istikrarını sağlamak olduğu ve bunun kanunla hüküm altına alınmış olması ve atanan Başkanın fiyat istikrarını sağlamak için gereken politikaları uzun vadeli, istikrarlı, şeffaf, hesap verilebilir ve öngörülebilir şekilde yürütebilmesi adına görev sürelerinin 5 yıl olarak tanımlanması ve süresinden önce görevden alınamamaları gerekmektedir.”
Kanun teklifinde 2001-2006 arası görev yapan Süreyya Serdengeçti, 2006-2011 arası görev yapan Durmuş yılmaz ve 2011-2016 arası görev yapan Erdem Başçı zamanında enflasyonun düşürülebildiği ancak kısa süre görev yapan başkanların bunu başaramadığı ifade edilmiş.
Kanun teklifinde TCMB başkanlarının sonraki görev süreleri yabancı merkez bankası başkanlarıyla da kıyaslanmış. Örneğin 2016’da göreve getirilen Murat Çetinkaya’nın 3 yıl 3 ay (CB rejiminin 2018 Temmuz’dan başladığı varsayılırsa ondan sonra sadece 1 yıl), Murat Uysal’ın 1 yıl 4 ay, Naci Ağbal’ın ise sadece 4 ay görevde kaldığı vurgulanmış.
Biz de mart ayının 30. gününe iki görev değişikliğinin sığdırıldığını ilave edelim; sabaha bir başkan yardımcısının (Bankadaki diğer Murat Çetinkaya) ve akşama da bir Banka Meclisi üyesi (Ömer Duman) görevini bırakmak zorunda kaldı. Çetinkaya yine Cumhurbaşkanı tarafından görevden alınırken Duman TCMB Genel Kurulu’nda Hazine’nin isteğiyle görevden alındı.
Görüldüğü gibi merkez bankasından adam kovma sağanağı hız kesmeden sürüyor; bizde böyle…
BİZDE BÖYLE, PEKİ BAŞKA DEVLETLERDE NASIL?
Kanun tasarısında birkaç örnek verilmiş. Dünyanın en meşhur ve en etkili merkez bankası ABD’nin Federal Reserve’in (Fed) başkanlarına bir bakalım mesela; 34 senede sadece 4 başkan ve dördüncünün görev süresini bitmesine daha var.
1987-2006 arası “Greenspan bid” lafıyla meşhur Alan Greenspan, 2006-2014 arası “Helikopter Ben” lakaplı Ben Bernanke, 2014-2018 arası Janet Yellen, ki şimdi Biden yönetiminin Hazine Bakanı ve 2018’den beri halen görevde olan Jerome Powell.
Hemen hatırlayalım, ABD bu başkanlar döneminde 1987 Wall Street krizini yaşadı, yüzlerce bankanın battığı yıllarca süren Savings and Loans krizini yaşadı, 2000 yılında bir sürü internet şirketinin battığı Wall Street’in sert darbeler yediği Dotcom Krizini yaşadı, 2007 Mortgage, 2008 Küresel Kredi Krizini yaşadı. Diktatörlüğe hevesini saklamayan Trump dışında, merkez bankası başkanını görevden almaktan bahseden bir ABD Başkanı çıkmadı. O çılgın bile sadece konuşmakla kaldı. Hepsi de çok başarılı olduğu söylenemeyecek ve büyük krizleri önlemekte çoğu kez başarısız kalan bu insanlar görevden alınmadığı gibi, işlerine de karışılmadı. Üstelik Janet Yellen örneğinde görüldüğü gibi bir anlamda yükseltildiler ve her zaman onore edildiler.
ABD ve Fed bu tutumdan kârlı mı çıktı, zararlı mı? Taraflı tarafsız bütün gözlemciler bu tutumdan ülke ve kurumun kârlı çıktığını teslim edecektir. Zaten olayların seyri de bunu doğruluyor.
Avrupa Merkez Bankası’nı saymaya gerek yok 1998’deki kuruluşundan bugüne kadar sadece 4 başkan ("Wim" Duisenberg, Jean Claude Trichet, “Super Mario” Draghi ve Christine Lagarde) görev yaptı ve dördüncüsü daha 2019’da seçildi.
AMB başkanları 8 yıllığına seçiliyor. Fed başkanları 4 yıllığına ama iki kez seçilebiliyorlar.
AMB başkanları da başta 2008-2018 arasında hem 2008 küresel krizini hem 2009-2018 arasındaki Yunan krizini, hem 2011-12 avro krizini yaşadılar. Hiçbiri de “vay sen başarısız oldun”, “vay avronun dolara karşı düşüşünü yahut aşırı yükselişini engelleyemedin”, “Yunanistan’ı kurtaramadın” filan diye işten el çektirilmedi.
Denilebilir ki “canım bunlar zengin, demokrasileri ve kurumları oturmuş ülkeler; bunlarla Türkiye’yi kıyaslamak reva mı?
Aslında revadır; çünkü Türkiye birçok eksikliğine ve göreve fukaralığına rağmen devlet kurumlarında pek çok gelişmekte olan ülkeye nazaran daha istikrarlı idi. Siyasal ve ekonomik istikrarsızlıkları bile belli başlı kurumlardaki istikrarı çok fazla zedelemezdi. 100 yıllık kurumları iyi kötü yerinde dururdu.
Ama hadi öyle olsun; gelin “bize benzeyen” ülkelerle kıyaslayalım. Mesela bir Meksika ile… Bir Brezilya ile…Meksika’nın 2001-2021 arasında sadece 3 merkez bankası başkanı oldu; üçüncüsü de hâlâ görevde. Brezilya’nın aynı 20 sene içinde 5 merkez bankası başkanı olmuş beşincisi hâlâ görevde.
Özetle el âlem 20 yılda ortalama 3-4 başkan değiştirirken biz 20 ayda 4 başkan değiştiriyoruz. Tamamen farklı bir yol!
Peki Türkiye son yıllarda eller Mersin’e giderken tersine gitmeyi tercih etti de bu tutumdan zararlı mı çıktı, kârlı mı? Mevcut ekonomik gidişata bakarak sizler karar verin.
Türkiye 2013 ortasından beri git gide otoriterleşti ve 2016’dan beri fiilî, 2018’den beri ise resmî bir tek adam rejimine yöneldi. Sonuç? Dünya ekonomisinde çalkantılı havalar, çıktığı yerlerdekinden çok daha fazla hasar verdi Türkiye’ye…
Dahası 2013 çalkantısını, dünya likidite bolluğu sayesinde birkaç yıl boyunca atlattıktan sonra gelsin 2018 krizi, 2019 durgunluğu, 2020-2021 çalkantıları…
Aslında 2010-17 arası, aşırı dış borçlanmaya rağmen cari dolar cinsi ortalama büyümenin neredeyse sıfıra indiği; bununla da kalmayıp iki de bir döviz şoklarının sıradanlaştığı bir ekonomik düzen içinde yaşandı. 2017 sonrası ise o günler bile aranır oldu.
Tutulan yolun yol olmadığını siyaset yeterince anlatamıyorsa bile ekonomi bas bas bağırarak anlatıyor!
İyi Parti çare olarak merkez bankası başkanlarının 5 yıl süreyle atanması, süresi dolmadan önce görevden alınamaması ve bir kere daha atanma imkânının kanunlaştırılmasını öneriyor.
Partinin kanun teklifinde işçi kesimini tedirgin etmesi muhtemel bir madde de var. Reel sektörün temsili için Odalar ve Borsalar Birliği’nin bir temsilcisinin de Para Politikası Kurulu’na alınmasını istiyorlar.
Bu önerinin kendisi ne kadar uygulanabilir bilmiyorum. Uygulansa da ne kadar işe yarar; faydalı mı olur yoksa zararlı mı o da tartışılır.
Merkez bankalarının toplumun zengin sınıflarıyla organik bir ilişkiyi bu kadar doğrudan, bu kadar göz önünde kurması fazladan o sınıflara da bu kurumlara da ne getirir acaba?
MERKEZ BANKASI BURJUVAZİYE KARŞI BAĞIMSIZ MI?
Esasen çeşitli devlet kurumlarının ama belki de en çok merkez bankalarının üst yönetimleri, zaten toplumun o katmanlarıyla, belki o kadar göz önünde olmayan ama yeterince organik bir ilişki içindedir.
Kuruluşlarından itibaren kurumsal yapıları da toplumun “burjuva” sınıflarıyla, özellikle de bunların görece güçlü kesimiyle “özel ilişkileri” garanti etmek üzerine tasarlanmıştı.
Merkez bankalarının, sonradan bir hayli devlet gücünün etkisi altına girmiş olsalar da başlangıçta çoğunlukla özel şirketler olarak kurulmuştu. O özel şirket statüsündeki merkez bankası hisselerinin ciddi bir kısmının toplumdaki büyük tüccar ve bankerlerin elinde oluşu yine de yeterince büyük bir garanti değildi. Hele de 1950’lerden itibaren merkez bankalarında tıpkı ekonominin bütününde olduğu gibi devlet ağırlığının artmasından sonra…
İş dünyasının merkez bankaları üzerinde o bankanın statüsü dışında da etkinliği vardır.
Merkez bankalarının üst yönetimlerinin, çoğu ülkede hemen her zaman borsa bankerleri, yatırım bankaları yönetimlerinin ta içinden seçilmesi, gereken iş dünyası için bir başka garanti olageldi.
Bu ilişkinin herhalde en güzide örneği ABD’nin merkez bankası Fed’dir. Daha kuruluşunda ABD’nin en büyük bankacılık grubu J.P Morgan grubunun etkisi muazzamdır. “Efsanevî” Fed Başkanı Paul Volcker’ın (başkanlık görev süresi: 1979-1987) kariyerine bakalım mesela… Fed’e başkan olmadan önce bir Fed’de bir Chase Manhattan Bank’ta görev yaptı. Yahut yine bir diğer “efsane” Alan Greenspan’ınkine (Görev süresi: 1987-2006)… İş alemiyle sıkı bağları olan Ulusal Sanayi Konferans Heyeti (şimdiki adıyla Conference Board); sonrasında çeşitli J. P. Morgan finans şirketleri… Bir diğer başkan Ben Bernanke gerçi akademik hayattan geçmişti ama onun da Fed’den ayrıldıktan sonra kariyerine bakacak olursanız bir dizi Wall Street danışmanlığı görürsünüz. Fed başkanlarının kariyerleri sırasında Wall Street ile sıcak ilişkileri Fed kariyeri sonrasında da meyva vermeye devam eder. Amerika merkez bankası Fed, tıpkı Amerikan siyasal sistemi gibi federal bir yapıya sahiptir. Bu federal yapıyı oluşturan 13 merkez bankasının içinde ise açık piyasa işlemlerini yürüten New York Fed şüphesiz eşitler arasında birincidir. New York Fed’in başkanı ve yıllardır Federal Açık Piyasa Komitesi’nin (FOMC, bizdeki PPK’nun muadili) Başkanı William Dudley’e bakalım veya… Pek çok başka Fed’ci gibi kariyerinde meşhur Wall Street bankerlik kuruluşu Goldman Sachs’ı görürüz hemen. Tıpkı FOMC’deki iki etkin merkez bankacısı Neel Kashkari ve Dallas Fed’in başkanı Robert Kaplan’ın kariyerinde gördüğümüz gibi…
Şimdiki başkan Jerome Powell’ın kariyerinin de 2012’de Fed Meclisi’ne girmeden önce 30 yılı aşkın Wall Street ile ilişkili özel sektör işlerinde olduğunu belirtmeye belki de gerek yok.
Gerçi denebilir ki, ABD’de devlet özel sektör arası sık ve hızlı geçişler olağandır; ama olağan olması o ilişkilerin işlevsiz olduğunu göstermiyor tabi…
Türkiye’de merkez bankasının daha bir devlete bağımlı yapısı gereği başkanlığa getirilenler genellikle bürokrat kökenlidir; fakat bu durum onların kariyerleri öncesi, sırası ve sonrasında özel sektör ile “fevkalade sıcak” ilişkiler kurmasını engellememiştir.
Mesela TCMB’nin yeniden yapılandırıldığı çok kritik bir zamanda ve (1967-1971) görev yapan 9. Başkan Naim Talu -ki kendisi yine çok kritik bir zamanda (1973-74) başbakanlık da yapmıştı- sonradan 22 sene Akbank Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptı.
Özal döneminde TCMB’nin meşhur başkanlarından Rüşdü Saracoğlu –ki tek parti döneminin kuvvetli başbakanlarından Şükrü Saracoğlu’nun torunudur- TCMB’den sonra yıllarca Koç Holding’de bankacılık ve sigortacılık grubunun başkanlığını yaptı.
Ondan önceki Yavuz Canevi ise ( görev süresi 1984-86) halen hem TEB Yönetim Kurulu Başkanlığı hem de TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Sekreteri görevini sürdürüyor.
2001 krizinde başkanlık yapma talihsizliğine uğrayan Gazi Erçel –ki görevi döviz alımı nedeniyle bir skandalla sona ermişti- Merkez Bankası’na doğrudan İzmirli ünlü iş grubundan Yaşar Holding ve onun bankası Tütünbank’tan gelmişti.
Bir başka TCMB Başkanı Yaman Törüner’in şüphesiz para ve sermaye piyasalarıyla yakın ilişkide olunan İstanbul borsası başkanlığından gelip, sonra da Akbank yönetim kurulu üyeliğine gittiğini hatırlatalım.
Her neyse… Yeterince sıkıcı olan ve isteyene bir kamyon daha isimle donatılabilecek bu liste sanıyorum o çok sıcak ve organik ilişkiyi yeterince örneklemiştir.
MERKEZ BANKASI: KİLİT HALKA!
Fakat günümüzün devlet yapısı ile “özel sektör” arasındaki o en kilit halka olan Merkez Bankası’nın “güvenilirliği” sadece yöneticilerinin kişisel ilişkilerine emanet edilemez.
Merkez bankaları kilit halkadır zira onlar sermayenin parasal değerini büyük ölçüde belirleme gücüne sahiptir. Enflasyonist bir politikayı kabul eden bir merkez bankası, iş âleminin yıllar yılı biriktirdiği nakdî servetin değerini durduk yerde azaltmak gibi affedilmesi imkânsız bir cürüm işlemiş demektir. Gevşek (veya bazen gereğinden sıkı) bir para politikasının ekonominin motorunu aşırı ısıtarak yahut da tersine soğutarak “ani duruş”lara sebep olması bir başka cürümdür.
Politikacılar ise enflasyonun getirdiği yalancı baharları, hele de gelecek seçime kadar sürdürebiliyorlarsa elbette çok severler.
Böylece, özel bir statüsü olsa da artık hemen her ülkede eninde sonunda bir devlet kurumu sayılabilecek merkez bankalarının, politikacılarının kişi ve parti çıkarlarını kollayan emirlerine uyma riskini azaltmak için bireysel ilişkilerin ötesinde daha “yapısal” bir yöntem gerekir.
Bu yapısal yöntem başlangıçta, merkez bankalarının çoğunun iki savaş arası özel veya yarı özel banka statüsünde kurulmalarıydı. Nitekim Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası da 11 Haziran 1930’da özel kişi ve kurumların da ortak olduğu bir A.Ş olarak kurulmuştu. Adındaki ibarenin “Cumhuriyeti” değil de “Cumhuriyet” oluşunun, diğer kamu kuruluşlarından farkını göstermek amaçlı olduğu söylenir.
Ancak 1930’lardan sonra mecburen, 1950’lerden hele de 60’lardan sonra tercihen dünyada devlet müdahaleciliğinin ve karma ekonomin yükselmesi merkez bankalarının bu anlamdaki geçmiş gelenekten gelen kuvvetli kurumsal bağımsızlığını yok etti.
Şimdi ne olacaktı?
Merkez bankası kritik halkaydı dedik. Sadece paranın değerini (enflasyon, faiz ve kuru etkileyerek) belirlediği için değil; aynı zamanda hangi sektöre, hangi iş koluna toplumsal artı değerden ne kadar pay gideceğini (sektörlere olan kredilerin miktarını ve onların maliyetini -bazen de farklı farklı- belirleyerek) etkilediği için de önemlidir.
Tarıma ne kadar kredi verilecek, ya da inşaata veyahut imalat sanayiine?
Elbette para politikasını, ikiz kardeşi maliye politikasını hesaba katmadan düşünemeyiz; ne kadar para gidecektir çalışan sınıflara, ne kadar pay verilecektir emekliye, dula?
İşte siyaset çoğunlukla bunun için yapılır.
Bunun için askeri darbeler yapılmıştır; bazen de saray içi darbeler, sivil darbeler, bunun için…
Milletvekili pazarları özel sektörce bunun için fonlanmış, hükümetler bunun için düşürülmüştür.
Ve işte tüm bunların merkezinde, adı gibi bir kurum yani merkez bankası vardır; paranın iktidar kurumudur o…
“İş dünyası” için o kurumun kontrolü olmazsa olmazdır; tıpkı siyasetin iktidar kurumu olan parlamentonun da doğrudan veya dolaylı yollarla kontrolünün olmazsa olmazlığı gibi…
Ne var ki iş dünyasının her iki kurumu da kontrolü ne tam ne de dolaysızdır. Bazı zamanlarda bu kontrol zayıflığı iş dünyası açısından neredeyse bir cins iktidarsızlığa bile evrilir.
Fakat “yüksek” toplumsal sınıfların bunu kabul etmesinin bir fiyatı vardır, bir de bedeli…
Zaman zaman siyasi iktidarı bir “diktatör”e bile isteyerek devredebilirsiniz; hele de o “tek adam” pis işlerinizi sizin adınıza yapmaya fazlasıyla hevesli ise…
Ne var ki devrettiğiniz iktidarı, o tek adam saçmalamaya başlarsa geri almak bazen hiç de o kadar da kolay olmayabilir. O zaman ne olacaktır?
Kaldı ki oturmuş demokrasilerde öyle diktatör, tek adam vs. şu son yıllara kadar pek görülmemişti. O demokrasilerin dahi ne kadar kırılgan olduğu, tehlikenin ne kadar büyük olduğu Donald Trump örneğinde ABD’de de bile fark edildi. Gitmemek için utangaç bir darbeyi deneyen Trump örneğinde…
MERKEZ BANKASI BAĞIMSIZLIĞI NASIL İCAT EDİLDİ?
Durum buysa çare ne idi?
İşte merkez bankası bağımsızlığı böyle icat edildi. O eski, güzel ve özel merkez bankacılığının bir imitasyonu olarak.
Artık bir kamu kurumu haline gelmiş olan merkez bankalarını sanki bir özel kuruluşmuş gibi çalıştırmak için…
Artık yasal olarak politikacılara bağlı olan merkez bankası yönetimini resmen özerk ama fiilen iş dünyasına bağlı kılmak için…
Bu “bağımsızlık” 1970’ler sonunda neoliberal Milton Friedman’ın parasalcıları ve özellikle “Yeni Klasik” iktisadın peygamberi müfrit liberal Robert Lucas’ın ekibinin, akademik iktidarda Keynesçileri yerinden etmeye başlaması ile güçlendi.
Kritik eşik Lucas’ın yardımcı melekleri Finn Kydland ve Edward Prescott’un 1977’de ortaya attığı, merkez bankacılığının önceden belirlenmiş belli para politikası kurallarına bağlı olarak yürütülmesini öneren tezleriydi.
Merkez bankacılığının evvelce de mesela Bagehot Kuralı gibi riayet ettiği genel bazı kuralları vardı.
Para miktarı ve faiz oranı ile enflasyon yahut genel ekonomik konjonktür arasında bazı ilişkiler, hâttâ oldukça ayrıntılı olarak biliniyordu. Ancak enflasyon şu kadar olursa bu kadar faiz arttırmak gerekir, resesyon durumunda şu kadar faiz indirmeli gibi neredeyse matematik formüllere benzeyen “kural”lar pek tercih edilmemişti. (Daha sonra bu tür kuralların en tanınmışı Taylor Kuralı oldu)
Kydland ve Prescott 1977’de Journal of Political Economy’de yayımladıkları "Rules Rather than Discretion: The Inconsistency of Optimal Plans” makalesi ile hem merkez bankacılığının gidişini değiştirdiler hem de 2004 yılında Nobel ödülünü kaptılar.
Fakat bu kurallı yönetimin nasıl yapılacağı konusunda bazı sorunlar vardı. 1970’lerin enflasyon meselesini o zamanın hâkim ekonomi grubu olan Keynesçiler artık eskisi gibi halledemiyorlardı. Dış şokların da etkisiyle, enflasyonu önlemek için alınan tedbirler enflasyonu önleyemediği gibi yanında durgunluk da üretiyor ve ilk defa hem enflasyon hem durgunluk anlamına gelen “stagflasyon” olgusuyla karşılaşılıyordu.
İş dünyasının hayatî sorununu çözemeyen Keynesçiler akademik çevrelerdeki tahtlarını kaybettiler. Üniversiteler şimdi liberal yeni-parasalcıların, Milton Friedman’ın eline geçmişti. Tabi merkez bankaları da…
Şimdi iddia şuydu; para arzını kıstık mı, enflasyonun işi tamamdır. Buna sıkı para politikası deniyordu ve eskiden beri bilinmesine rağmen yeni icat olunmuş sihirli bir formül gibi davranılan bu yöntem “Başka Alternatif Yok!” sloganıyla dünyanın her yerinde uygulandı. Bizdeki şampiyonu Turgut Özal’dı.
Ne var ki para musluğunu sıkacağını söylemek yapmaktan daha kolaydı. Kısa süre sonra para arzını miktar sınırlaması yöntemiyle kontrol etmenin mümkün olmadığı, olduğu kadarıyla da istenilen sonucu vermediği, verdiği kadarıyla ise maliyetinin çok yüksek olduğu anlaşıldı. 1980 ortalarında miktar sınırlaması yöntemi sessiz sedasız terk edildi.
VE SIRA “ENFLASYON HEDEFLENMESİ”NDE
Fakat şimdi merkez bankasının o artık “bağımsız” kaptanı çıpayı nereye atacaktı?
Formülü ne Bank of England ne Federal Reserve, küçük bir ülkenin epey prestijli bir merkez bankası Yeni Zelanda Merkez Bankası 1989’da buldu.
Yeni icadın adı Enflasyon Hedeflemesi idi...
Artık merkez bankası ne bir kur hedefine, ne bir faiz hedefine ne de para arzı hedefine kendini bağlıyordu. Bağladığı tek şey, mesela “bu sene %2 enflasyon hedefliyorum” sözüydü. O hedefe uygun olmak şartıyla bütün politikaları ve sözlü yönlendirmeleri yapabilecekti.
Böylece Türkiye dâhil hemen bütün önemli merkez bankaları zaman içinde bu yeni icadı kabul ettiler.
Mesela TCMB yıllardır %5 gibi bir enflasyon hedefi açıklıyor. Diğer merkez bankalarından farkı ise bırakınız hedefi 12’den vurmayı, hedef tahtasına bile isabet ettiremeyişi…
Her neyse, bu enflasyon hedeflemesi sistemi, tek başına yürümüyordu elbette. Yanı başında, içinde yine Kydland ve Prescott’tan mülhem ekonometrik modeller, tam adıyla dinamik stokastik genel denge modelleri (DGSE), Taylor Kuralı (yani ‘enflasyon %1 arttığında politika faizini % 1,5 arttır’ gibi bir formül) ve bütün bunların etkin kullanılabilmesi için olmazsa olmaz Merkez Bankası Bağımsızlığının bulunduğu alet çantası mevcuttu.
Hepsinin temelinde ise yine Lucas peygamberin uydurduğu, piyasalar ultra-süper rasyoneldir; Allah hata yapar, piyasalar yapmaz, es kaza yapsa bile siz daha anlamadan düzeltir amentüsü yatıyordu.
Enflasyon dünyada gerçekten sıfırlandı, ekonomi de uzun süreli resesyonlardan kurtulmuş gibiydi. Bütün 90’lardan 2000’lerin başına kadar süren döneme Büyük Ilımlı Dönem (Great Moderation) dendi.
Artık –azgelişmiş ülkeleri saymazsak- krizler filan geride kalmıştı; enflasyon mu artıyor biraz faiz arttır, formül elinde nasıl olsa…
Durgunluk mu başlıyor, azıcık faiz indir; oldu da bitti maşallah!
Tabi işler aslında öyle değildi ve merkez bankacıların dünyaya bakışı fazla nahif ya da fazla Wall Street idi.
Merkez bankacıların dünyada 1980’lerden itibaren olan büyük siyasi, ekonomik değişimlerin ekonomik sonuçlarını, tümden kendi başarıları zannetmeleri gerçekten tuhaftı.
Küçük krizlerin, öncü depremler gibi git gide sıklaşmasına karşı körleşmeleri, Fed Başkanı Bernanke’nin 2008 krizinin hemen öncesinde piyasadaki aşırı şişmiş fiyatlara müdahale etmesini isteyenlere “siz piyasadan daha mı iyi bileceksiniz” demesiyle zirveye ulaştı.
Sonrasını biliyorsunuz.
DİKTATÖRLER ÇAĞI YENİDEN Mİ?
2008 Küresel Depreminin etkileri eski “neoliberal” dünyayı yıkmadıysa da surlarında epey bir gedik açtı.
O neoliberal dünya ile onun simgesi Wall Street ve elbette onunla sıkı fıkı merkez bankacıları o kadar nefret öznesi oldular ki bu sadece “Wall Street’i İşgal Et!” (Occupy Wall Street) eylemleriyle sınırlı kalmadı.
İlk defa belki 1970’lerdeki gibi radikal biçimde değilse de kitlelerde “Başka bir dünya mümkün” sloganı kök salmaya başladı.
Ne var ki, böyle zamanlarda hep olageldiği gibi, değişim arzusu sadece sol bir reformizm adına değil aşırı sağ bir “reformizm” adına da sahiplenildi.
Dünyada “liberal” kapitalizmi eleştiren aşırı sağ akımlar liberalizmin bir önceki krizi olan 1920’lerdeki gibi yeniden boy verdi.
Tek adam heveslisi kişiler, hâttâ rejimler artık adı kötüye çıkmış “faşizan” sıfatıyla değil de “popülist” sıfatıyla anılarak yeni bir kıyafetle de olsa tekrar ortaya çıktılar.
1930’lardan sonra bu ikinci diktatörler çağının hayatın rahminde giderek büyüyüşü, Trump’ın seçim kaybetmesiyle şimdilik düşükle sonuçlanmışa benziyorsa da tehlike geçmiş olmaktan çok uzak.
Türkiye’de olup bitenler dünyada gelişen bu yeni “otoriterleşme” eğiliminden bağımsız değil. Hâttâ onun en uç örneklerinden biri…
Türkiye Rusya’dan örnek aldı; Macaristan ve Polonya Türkiye’den… Zaten başındakiler de bunu açıkça itiraf ediyor.
Özetle demokrasi gibi ekonomik ve siyasi krizler de bulaşıcı; o krizlerin talihsiz bedeli, yeni nesil diktatörlükler de…
İş dünyası, tıpkı Avrupa’da 1920’ler-30’larda olduğu gibi siyasi iktidarını bile isteye kaptırdı; geriye almakta zorlanıyor ve çok da istekli olup olmadığı tartışılır. Yeni nesil diktatörler bunların mamasını kendi beslemeleri olan yeni nesil yandaş işadamlarına vermesine rağmen arada homurdanmaktan başka bir şey şimdilik yapamıyorlar.
Merkez bankaları işte tüm bu değişimin tam orta yerinde duruyor. Belki de düğüm noktası…
Yeni nesil “popülist” nam istibdat rejimlerinde, “tek adam”ın en korktuğu şey kilit kurumların “bağımsız” kimliklerinin oluşu...
En yakınında tuttuğu, sırlarını paylaştığı bir avuç güvenlik kurumu ve bunların şefi dışında, istikrarlı bir kurumsal yapı o kurumsal yapı ve başındaki kişi/kişilerin ayrı bir güç odağı oluşturabileceği, daha da önemlisi iktidarını gasp ettiği üst sosyal sınıfların eline yeni alternatifler verebileceği için, bizatihî korkulacak bir şeydir.
“Popülist” tek adamın bazen kendi düzenine bile zarar verme pahasına, kurumları sabote edercesine yönetim kademelerini hallaç pamuğu gibi atmasını akıldışı bulup “acaba arka planda bilmediğimiz şu mu yoksa bu mu var?” sorularını sormak elbette bir dereceye kadar anlamlıdır ama şimdilerde sanıldığı kadar değil!
Ülkenin rasyoneli başka “tek adam”ın rasyoneli başkadır çünkü…
Yorum Yazın