Meydan Parkı’nda oturmuş, büstünüze bakıyorum efendim. Bu kentin ünlü hoyrat rüzgarının, ara sıra kendini gösteren kuzey güneşinin sert ışıklarının yer yer limoni yeşillikler oluşturduğu ve yılların etkisiyle iyice kararmış olan tunç büstünüze bakıyorum.
Yüzünüz aşağı yukarı yetmiş yaşlarındaki yüzünüz. Pek dökülmemiş dalgalı saçlar ve buralıların çoğunda rastlanan ucu hafifçe kıvrık, uzun ve hançer gibi bir burun. Lunaparktaki atlıkarıncaları seyreden afacan bir çocuğun muzip, aynı zamanda meraklı bakışları. Neredeyse bir ömür süren öksüzlük ve yetimliğin silinmez hüznü. Sürmene bıçağı gibi kıvrak ve ince bir delikanlılığa adım atar atmaz başlayan takipler, tutuklamalar, sorgulamalar, kelepçeler, pranga ve ağır tespih şakırtılı hapisane avlularında geçen uzun yılların oluşturduğu derin alın çizgileri…
Babanızın şehit düştüğü haberi gelinceye kadar her çocuk gibi ne kadar mutlu bir hayatınız vardı efendim. O uğursuz savaş patlayıncaya kadar her şey ne güzeldi. Derken önce köyünüz Ahanda’nın meydanında, sonra Akçaabat’ta ve sonra da Trabzon Meydan Parkı’nda, yani şimdi şu mütavazı büstünüzün bulunduğu yerde davullar çalmaya başladı. Tellallar, askerlik kurası gelenleri okudular. Allı yeşilli Karadeniz takalarındaki mizina direkleri kadar ince ve uzun Farozlu, Yomralı, Sürmeneli, Maçkalı, Arsinli, Akçaabatlı gençler, belki de adını bile duymadıkları uzak cephelere yollandılar. Çoğu, arkalarında bıraktıkları insanların yaptığı çetin yaşam savaşını öğrenemeden ölüp gitti. Denk düşerse tek tük mektuplar gidip geliyordu ama cepheye giden de arkada kalan da birbirlerini üzmekten şiddetle kaçındıkları için, gerçek olmayan bir iyilik ortamı ücra köşelerdeki postanelerden postanelere taşınıp duruyordu. Nedir, ölümler, yaralanıp sakat kalmalar ve geride bırakılanların uğradıkları felaketler ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, saklanamıyordu.
Davul zurnayla cepheye uğurlanan babanızın 1915’te Kafkas Ordusu’nda silah altında bulunan yüz bin askerle birlikte Sarıkamış Allahuekber dağlarında şehit düştüğü haberi de böyle saklanamadı işte. Hayatınıza ilk ateş o gün düştü. Hiçbir varlığı olmayan anneniz ve sizinle birlikte yetim kalmış, şehit oğlu altı kardeş. Hayatta kalabilmeniz için mecburen birbirinizden koparıldınız. Bir fındık dalı kadar ince olan gencecik anneniz, günümüzden yıllarca önce bir “Sophie’nin Seçimi” yaşamıştı kimselerin farkında olmadığı.
İki kız kardeşinizle birlikte eski bir Rum konağında kurulmuş, o zamanki adı Darüleytam olan Öksüzler Yurdu’na gönderildiniz. Havanın kararmasıyla birlikte kapanan ağır kapılar. Karadeniz üzerinden gelen ağır tayyare motoru uğultuları.Anadolu’da kutsal bir isyan başlatmış olanlara silah ve onurlu adam kaçıran fenersiz, ışıksız Laz takaları. Yetim yurdunda, dışarıya ışık sızmasın diye yamalı battaniyelerle sıkı sıkıya örtülen camları kırık pencereler. Derme çatma ranzalar. Uyurken kabus görüp, üst ranzadan bir kuş gibi yere düşen, bir kuş kadar çelimsiz çocuklar. Eskiden onca sevdiğiniz halde, burada günde üç öğün verildiği için artık yiyemediğiniz mısır çorbaları. Bir sabah canınızın ‘minci peyniri’ çektiğini söylediğinizde çaresizlikten ağlayan kız kardeşleriniz. Neyse, uzatmayayım. Siz bunları Savaş ve Açlar romanınızda elifi elifine anlattınız zaten.
Velhasıl, küçücük bir çocukken girdiğiniz yetim okulundan buğday başağı gibi bir delikanlı olduğunuzda ayrıldınız. Yıl 1931’di ve siz yirmi iki yaşındaydınız. Sizi Sivas Öğretmen Okulu’na verdiler. İki yıl burada öğretmenlik öğrendiniz. 1933’de diplomayı aldınız ve ver elini Ankara.Gazi Eğitim Enstitüsü’nün resim bölümüne girdiniz. Son sınıfa kadar ışığın nereden gelip nereye gittiğini, renk denen mucizenin nasıl oluştuğunu, insan anatomisini, bakışım kurallarını, eskilerin tevatür ressamlarını ve onların nasıl yapıldığı kıyamete kadar bilinemeyecek olan tablolarını gördünüz. Bütün bunlardan sonra belki siz de hemşehriniz Bedri Rahmi ve Orhan Peker gibi ülkeye gurur veren bir ressam olacaktınız.
Olmadı. Bildiğiniz ve doğruluğuna inandığınız başka bilgileriniz de vardı. Siz onları dile getirdiniz. Gerisi malum. Ünlü 142’inci madde. Dört yıl hapis. Okuldan atılma. Asıl önemlisi, ölünceye kadar sürecek olan bir “Büyük Gözaltı”.
Ferane avlusunda volta atarak ve idamlıkların temyiz dilekçelerini yazarak ve mahkumların karakalem fotografilerini ak kağıtlara çizerek ve şiir yazarak ve kitap çevirerek ve insanları severek bitirdiniz mahkumiyeti. Hemen askere alındınız. O zamanlar iki yıl olan askerliği siz yedi yılda bitirebildiniz.
Tezkereyi aldığınızda tam kırk yaşındaydınız ve ne eviniz ne işiniz ne de aşınız vardı. Birşeyler yapmanız lazımdı. Seyyar fotoğrafçılığa başladınız. Yürümedi. İşte hayatınızın belki de en şaşırtıcı, en komik ama bir o kadar da acıklı dönemi tam o sırada başladı. Bir gazeteci arkadaşınız gazetede bir adab-ı muaşeret köşesi yazmanız için size öneride bulundu. Çaresizlikten kabul ettiniz. Böylece çocukluğu ve gençliği yetim okullarında, dört yılı hapiste ve yedi yılı da askeri talim meydanlarında geçmiş bir kişi olarak İstanbullu okurlara görgü kuralları öğretmeye başladınız. Sonra yine ekmek parası uğruna gazetelerde ‘musahhihlik’ yaptınız.
Takipler, sorgular, mapusluklar, sürgünler ve bütün bunların yarattığı yoksulluk altmış yaşınıza kadar sürdü. Menekşe’de nohut oda, bakla sofa bir gecekondu kiraladınız ve yazmaya başladınız. Doluydunuz. Birbiri ardına biri 8 öteki de 7 cilt olan dokuz roman kaleme aldınız. Türk halkı Kurtuluş Savaşı’nın nasıl kutsal bir savaş olduğunu sizin Kutsal İsyan kitabınızda okudu. Kurtuluştan sonraki çağdaş olma savaşını da yine sizin Kutsal Barış’ınızdan öğrendi. Hapisanedeki acıklı olayları Sübyan Koğuşu’nda anlattınız. Sizin ve ailenizin yaşadığı çileleri de Ateş Yılları, Savaş ve Açlar, Öksüz Musa, Musa’nın Mapushanesi, Musa’nın Gecekondusu romanlarında yazdınız.
1989 yılında çileli yaşamınız sona erdi. Yaşadığınız seksen yıl boyunca bir gün olsun halinizden şikayet ettiğiniz duyulmadı. Yaşama hep o muzip ve biraz da hırçın Trabzonlu çocuk gözlerinizle baktınız.
Trabzon’da Meydan Parkı’nda oturmuş büstünüze bakıyorum sevgili Hasan İzzettin Dinamo. Bakıyorum ve Hasan İzzettin Dinamo’nun ömrü heder edilmiş olmasaydı, bizlere daha ne güzel kitaplar bırakacaktı diye hayıflanıyorum…
Lemi Özgen, bugün tutmuş hayata bakışında resmi ideolojiden farklı tutumu nedeniyle hayat boyu hayatı zehir edilen, ama kıymetini bilenlerce de büstten heykeli dikilen Hasan İzzettin Dinamo’nun çileli hayatına dokunuvermiş. Bu dokunuş beni, Anadolu’nun ortasındaki ilk gençlik yıllarına götürdü. Geniş bir ailenin içinde Osmanlı’nın çöküşü ve sonrasında küllerinden yeni bir Cumhuriyetin doğuşunda yer alan sağların -hepsi göğüslerinde taşıdıkları İstiklal Madalyalı- dinç adamların ve onların yokluğunda evde, tarlada her işi üslenmiş babaanne, anneanne ve onların kardeşlerinden o Kutsal İsyan günleri anlatıları hatıralarıma kazındı. Tam da o günlerde 1960’lı yılları sonunda taşradaki kitapçıya gelemeyen May yayınlarınca basılmış 8 ciltlik Dinamo’nun Kutsal İsyanını öğrenci harçlığımdan artırdığımla getirttirmiştim. Ancak, anlatının içeriğinin bir siyasi tarih okuması olduğunu Üniversite’de verilen nosyonla yorumlayabilecektim. Kitaplar, Osmanlı ile aynı zamanda tasfiye edilen İttihat Terakki’nin bir ve iki numarası Talat ve Enver Paşaların Boğaz’dan bir Alman Torpidosuyla ülkeyi terk edişleriyle başlar ve Büyük Taarruz dahil, kan ve ateşle yoğrulmuş Anadolu’nun her yerine meydana gelen 1918-22 yıllarının dört yıllık siyasi ve sosyal hikayesini anlatır. -* - Külliyatın 8nci cildinde, “Kanlı Haçin Kalesi” başlığı altında, Haçin (günümüzde Saimbeyli)’den tehcir edilen ve arkasından Fransızların işgaline bırakılan Klikya(Çukurova)’ya Fransızların yanında geri dönen Ermenilerin sürgüne giderlerken Müslüman komşularına bıraktıkları evlerinin-bahçelerinin talanına intikamla cevabı ve Ankara’dan Kaymakamlık beratını alan Saim beyin mücadelesi ve gelenlerin geri kovuluşu vardır. Orada yaşananlar, 1950’li yılları ikinci yarısında doktor eşi ile birlikte Saimbeyli’ye ‘tayin’ olan Zebercet Coşkun’un 1975’de Milliyet Yayınlarınca basılan Haçin adlı romanında, Türkçe tutulmuş Ermeni’nin hatıra defterinden hareketle, yüzlerce yıl iç içe yaşamış insanların başkalarının iradeleri ile düşmanlaştırılmaları, intikam ve çekilen acıları anlatılır. Böyledir Anadolu’nun Kutsal İsyanı; bu yeniden varoluş mücadelesinde çekilen acılar, açılan yaralar kabuk bağlasa da içten kanamaların tamiri torunlara kalmaz, umarım.