Gece olmuş, Bağdat Sarayı’nın altın kaplı abanoz kapıları kapanmıştı. Nöbetçiler karanlığın arkasından belli belirsiz görünen İpek Yolu’nu gözlüyorlardı. Koca Bağdat şehri derin bir sessizliğe bürünmüştü. Ara sıra bir baykuş ötüyor, Dicle kıyısındaki kamışlıklarda yanık bir bülbül sesi duyuluyordu.
Sarayın yüzlerce odasından en görkemlisi olan harem odasındayüzlerce tunç kandil yanıyor, bunlardan yükselen kızıl bakır renkli dumanlar, yüksek tavanlarda oynaşıyordu.
Acem ve Çin ipekleri ile kaplı yatakta Sultan Şehrazad uzanıyordu. Uzun kirpikleri, bakır renkli kandil ışıklarını, fildişi renkli yüzünün gizemli karanlığına dağıtıyordu.
Ağır Çin halılarının üzerine oturmuş olan Harunreşid, yarı kapanmış gözlerle Sultanı süzüyordu. Kandillerin alevi duvarlara vuruyor ve onlara çok eskilerin kanatlı ejderhalarını resmediyordu.
Haremin derinliklerinden ağır bir müzik sesi geliyordu. Neyler inliyor, kudümler, insan oğluna ölümün ergeç yaklaştığını anlatır gibi dakika başı tınlıyordu. Sultan derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı:
“Vakitlerden bir vakit, Kaf Dağı’nın ardında çok güzel bir kız yaşarmış. O kadar güzelmiş ki, onu gören en nadide mavi güller bile hasetlerinden kuruyup gidermiş. Derken bir padişah bu kızın güzelliğini duymuş ve onu görebilmek için altın sarayını terkedip, kendini tozlu yollara vurmuş...”
O anlattıkça zaman da billur bir su gibi akıyordu. Dışarda gümüşten bir ay, ucu bucağı belirsiz Bağdat sarayının altın kubbelerine ipek renkli menevişler gönderiyordu. Gece sessiz ve sıcaktı…
Sonra çiğ damlalarıyla kaplı bir sabah olmaya başladı. Sarayın sırça camlarına zakkum pembesi bir şafak gelip oturdu. Altın kadehlerdeki amber kokulu şaraplar tükenmiş, kandiller birer birer sönmüştü.
Güzeller güzeli sultan başını öne eğip, masalını noktaladı: “Böylece onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine”…
Harunreşid, masalın bittiğini duymadı. Derin bir uykuya dalmıştı. Prenses yataktan indi. Haremden çıktı. Bu gece de canını kurtarmıştı. Onu aldattığından kuşkulanan Harunreşid’in kendisini öldürmek istediğini biliyor ve ona her gece bir masal anlatarak ölümden kurtuluyordu. Bir adı da Şehrazad olan prensesin canını kurtarabilmesi için tam “Bin Bir Gece” daha masal anlatması gerekiyordu...
Yok. “Bin Bir Gece Masalları”nı anlatacak değilim. Masallardaki o akide şekeri gibi tatlı ve ağdalı dili sizlere hatırlatmaya çalıştım. Ben sadece masalları anlatmaya uğraşacağım. Hani o çocukluğumuzda dinlediğimiz masalları. Kah Kaf Dağı’nın ötesine uçan halılarla gittiğimiz, kah Keloğlan’la güldüğümüz masalları.
Masalların nasıl doğduğu tartışmalı bir konu. Gerçek olan, bazı masallardaki ana konulara, dünyanın çok değişik bölgelerindeki masallarda da yer verilmesi. Masalların öyküleri sanki tek bir kaynaktan çıkmışçasına birbirine çok uzak ülkelerin masallarında aynı şekilde yer alıyor.
Sosyologlara göre bu, insanların isteklerinin ortak olmasından kaynaklanıyor. Kuşlar gibi havalarda uçmak isteyen insanoğlu, bu özlemini dile getiren bir hikaye kuruyor ve ortaya doğu ülkelerinde “uçan halı”, batıda da “uçan süpürge” çıkıyor.
Şehrazad canını kurtarabilmek için “Bin Bir Gece” masallarını yaratırken, o zamanın Avrupa’sını kasıp kavuran vebadan kurtulabilmek için bir şatoya sığınan asiller, vakit geçirmek için on gün boyunca birbirlerine hikayeler anlatıyor. Boccacio da bunları “Decameron” yani ‘On Gün Hikayeleri’ adıyla kaleme alıp, edebi bir masal yaratıyor.
Çocukluğumuzda La Fontaine’in masallarını okumadık mı? “Gökten Üç Elma Daha Düştü” diyen Eflatun Cem Güney’i unutabilir miyiz? Andersen’in “Kibritçi Kızı”nın acıklı öyküsüne gözyaşı dökmedik mi?
Cinderella’yı her aklımıza getirdiğimizde, gece on ikiden sonra evine dönemeyecek ve eski yoksul haline düşüverecek diye yürek titremeleri geçirmedik mi? Yedi Cüceler’in yerinde olmayı, güzel bir kadının gelip, bir Pamuk Prenses becerikliliğiyle darmadağınık evimizi pırıl pırıl bir hale getirmesini arzulamadık mı? “Uyuyan Prenses” olmayı ve yakışıklı bir prensin bizi öperek uyandırmasını hiç düşlemedik mi?
Biz insanlar var olduğumuz sürece masallar da bitmeyecek. Bazen uçan halımıza binip, Kaf dağının ardında kayboluvermeyi düşleyeceğiz. Yoksulluk anlarımızda, dokunduğu her şeyi altın haline getiren Eşek Kulaklı Kral Midas’ı hatırlayacağız.
Herkesin muradına ermesini dileyeceğiz ama kendimizin de kerevette güzel bir yer kapmasını isteyeceğiz. Develerin tellal, pirelerin berber olduğu dünyalar düşleyeceğiz.
Kısacası, masal dünyasında yaşamak o kadar da kötü bir şey değil. Biz ninemizin beşiğini tıngır mıngır sallamayı sürdürelim.
Ne demişler?
“Masal masal matitas…”
Yorum Yazın