Leyla Emeç Tavşanoğlu

Leyla Emeç Tavşanoğlu


"Medyayı ve yargıyı rahat bırakın"

"Medyayı ve yargıyı rahat bırakın"

AKP Genel Başkan Vekili Numan Kurtulmuş Refah Partisi (RP) geleneğinden gelen bir siyasetçi. Tayyip Erdoğan ekibinin, adı daha sonra Saadet Partisi (SP) olarak değişen RP’den kopup AKP’yi kurmasından sonra parti içinde güçlendi. SP Genel Başkanlığı’na kadar yükseldi. Ancak ondan koptu , kendi partisi kurdu. Bütün bu süreç içinde de AKP’nin en sert muhaliflerindendi. Bu söyleşiyi  Kurtulmuş’la Mart 2009’da SP Genel Başkanıyken yapmıştım. Söyleşide de okuyacağınız gibi AKP’yi son derece sert bir dille eleştirmişti. Ama aradan yıllar geçti, köprülerin altından çok sular aktı. Kurtulmuş  bugün AKP Genel Başkan Vekili. Hükümetin ve Erdoğan’ın politikalarının en hızlı savunucusu. Bizim Şark’ta siyaset yapmak bu olsa gerek. Bir gün söylediğini ertesi gün inkar edip hızlı dönüşler yapmaya memlekette “made in Turkey politika” diyoruz. Buyurun, okuyun!

Başbakan, partisi yüzde 47 oyla tek başına iktidar olmamış gibi zaman zaman muhalefet üslubuyla muhalefet partilerine, basın, medya, işadamları, hedefine kimi koyduysa gerilimi tırmandırarak siyasi sonuç elde etmeye çalışıyor.

Hükümete tavsiyem, medya üzerinde baskı kurmak, medyayı kontrol altına almak gibi bir eylemin içine girmemesidir. Bırakın sizin aleyhinizde yayın yapsın. Ama Türkiye’de medya özgür kalsın.

SP Genel Başkanı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş’la İstanbul’daki bürosunda konuşuyoruz. Kurtulmuş sözlerini özenle seçip çok dikkatli bir üslup kullanarak AKP’ye ağır eleştiriler getiriyor. Medya üzerinde kurduğu baskıları kınıyor. Ancak medyanın da siyaseti kontrol etmekten vazgeçmesi gerektiğini söylüyor. Başbakan Erdoğan’ın sert çatışmacı konuşma tarzını “Soğuk Savaş dönemi üslubu” olarak nitelendiriyor. SP’yi yeniden çok geniş kitlelerin desteklemeye başladığına dikkat çekiyor. CHP’yi, AKP’nin yüzde 26’lara düşmüş oyunu, yaptığı yanlışlar yüzünden yüzde 47’ye çıkartmakla suçluyor. Anadolu’nun pek çok iline gittiğini, bu illerde AKP’li belediye başkanlarının eski heyecanlarını kaybetmeleri nedeniyle seçmenin desteğini kaybettiklerine işaret ediyor.

- Siz son yapılan parti kurultayında SP Genel Başkanlığı’na geçerli oyların tamamını alarak seçilmenizden sonra SP’ye ciddi bir dinamizm getirdiğiniz söyleniyor. 29 Mart yerel seçimlerinde sizce SP nasıl bir performans gösterecek?

N.K. - Çok nezih bir kongre oldu. Seçimin yapılmasının ardından tabanımızda müthiş bir dinamizm oluştu. Korun üzerindeki külleri üfledik. Ateş yeniden yanmaya başladı.

Bizi çok memnun eden bir başka husus da toplumun çok farklı kesimlerinden, şimdiye kadar Milli Görüş camiasıyla ilgisi olmayan kesimlerden de ciddi destekler görüyoruz.

Çatışmadan, gerilimden uzak, dik, milli duran, yol gösterici anti-emperyalist tavrımızı çok geniş kesimlerin desteklemeye başladığını görüyoruz. Bu da SP’nin ciddi bir yükselişe geçtiğinin  habercisidir, diye düşünüyorum. 29 Mart seçimlerinde SP, bir uzay aracının rampasından fırlatılması gibi milletin oylarıyla yükselişe geçecektir. Ama esas hızlanması, büyük bir güçle Türkiye siyasetinde muktedir bir parti haline gelmesi hemen daha sonra yapılacak genel seçimlerde olacaktır.

- 22 Temmuz seçimlerinden sonra Başbakan Erdoğan’ın üslubu ve davranışlarının giderek sertleştiği görülüyor. Sizce bunun nedeni nedir?

- Bu bildik bir senaryo. Türkiye’de henüz merkezde bir siyasi parti yok. Özellikle 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleriyle birlikte Türkiye siyasetinin sosyolojik yapısı ciddi biçimde bozuldu. Öte yandan kendini merkezde hisseden partilerin yaptıkları büyük bir yanlış var. Gerilim ve çatışma siyasetinden medet umuyorlar. 1980 öncesi Süleyman Demirel ve rahmetli Ecevit’in Soğuk Savaş üslubuyla sürdürdükleri siyasetten Türkiye çok çekti. İlk bakışta belki AP ve CHP oy alıyor göründüler.

Ama sonuçta bütün milletimiz kaybetti. Türkiye’nin bütün yapılarını bozan 12 Eylül müdahalesiyle ülke bunun faturasını çok pahalı ödedi. Burada hem AKP hem de CHP’nin çok ciddi yanlışları ve sorumlulukları vardır. Ancak esas CHP ve CHP’nin yanında duranların büyük bir yanılgısı var. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde biz Türkiye’de ne sosyal, ne ekonomik, ne de dış politika gelişmelerini tartıştık. Geliyorum, diyen ekonomik krizi hiç ağzımıza almadık. Bir yıl boyunca eşi başörtülü cumhurbaşkanı olur mu olmaz mı tartışması içine düştük.

CHP AKP’ye koltuk değneği oldu

- Üstelik 22 Temmuz seçimlerinden önce Erdoğan’ın kendisi AKP oylarının yüzde 28’e düştüğünü itiraf etmemiş miydi?

- Evet. Yüzde 26-29 aralığında bir oy oranı görülüyordu. Üstelik hem 1 Mart tezkeresi hem RTÜK yasası nedeniyle AKP meclis grubundan aşağı yukarı 110 milletvekilinin ayrılmaya hazır olduğu anlaşılıyordu.

Böyle bir atmosferde CHP’nin ana muhalefet partisi olarak çok büyük sorumluluğu vardı.

Orada yoksulluk, uygulanan yanlış, Türkiye’yi dışa bağımlı hale getiren IMF politikaları, ülkeyi AB kapısında beklemek zorunda bırakan yanlış dış politikalar üzerinden AKP’yi eleştirmek yerine halkın büyük çoğunluğunun ortak değerleri üzerinden muhalefet yapmaya kalktı.

Şimdi Sayın Baykal ve CHP yönetiminin çarşaflı ve baş örtülülere rozet takması da bir tuhaf. Evet, güzel bir açılımdır. Ama insan şunu sormadan da edemiyor: Sayın Baykal, madem böyle bir açılım yapacaktınız niye Cumhurbaşkanlığı seçiminden bir yıl önce yüzde 26’lara düşmüş olan AKP’nin elinden tuttunuz ve yüzde 47’ye çıkarttınız? Öte yandan AKP gördü ki yüzde 26’lara düşen oyu çatışma siyaseti izlediği zaman rahatlıkla yükselebiliyor.

- Yani Erdoğan yine bu sert üslubun partisine daha çok oy kazandırmasını mı umuyor?

- Evet. Sayın Başbakan sanki partisi yüzde 47 oyla tek başına iktidar olmamış gibi zaman zaman muhalefet üslubuyla, muhalefet partilerine, basın, medya, işadamları, hedefine kimi koyduysa gerilimi tırmandırarak siyasi sonuç elde etmeye çalışıyor. Bu üslubun 1980 öncesi Türkiye’yi getirdiği yer ortadadır.

- Geçenlerde Adalet Bakanı Şahin AKP’li olmayan belediyelerin Ankara’da işlerinin halledilmediğini söyledi. Kimileri bunu seçmene yapılmış bir şantaj olarak niteledi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

- Bunları duydukça insan ürperiyor. İlginçtir, aynı sözler bu arkadaşlar RP’de siyaset yaparken kendilerine söylenmişti. 1991’den başlayarak RP’nin belediye başkan adayları çok büyük başarılar kazandılar. O zaman RP parlamentoda bile değildi. 1994’te ise parlamentoda muhalefet partisi olarak Türkiye’deki belediye başkanlıklarının yüzde 95’ini kazandı. Sayın Şahin’e şunu sormak lazım: “Başta Sayın Başbakan olmak üzere o dönem belediye başkanlığı yapan arkadaşlarınızı başarısız mı buluyorsunuz?” Bu maalesef Türkiye’deki statükocu siyasetin temel söylemlerinden birisidir.

Ne demek, muhalefet adaylarına oy vermeme çağrısı? Biz genel seçim yapmıyoruz ki... Bu seçimde en iyi projesi olan o şehre hizmet edecek adayları seçiyoruz. Bu sözler fevkalade antidemokratik bir anlayışı yansıtıyor.

Aynı sözler Özal ve başka başbakanlar tarafından da söylendi. Bunlar çağdışı kalmış siyasi söylemlerdir. 2009  yılında insanları kamplaştıran, korku salan, bölen, gerilim yaratan siyaset tarzının Türkiye’de yeri yoktur. Bu korku üslubunu kullanarak ne yapacaksınız?

Belediyelerin gazını, suyunu mu keseceksiniz?

Gerilimi tırmandırarak oy alma peşinde

- Erdoğan 29 Mart seçimlerini sanki AKP için bir referandum olarak görüyor. Hatta yüzde 40’ın altında oy alırsak istifa ederim bile demedi mi?

- Bu bir yerel seçimdir. Bunu bir referandum haline dönüştürmek fevkalade yanlıştır. İktidar partisinin illerle ilgili projeleri varsa adayları çıkıp bu projelerini anlatmalıdır. 33 ili dolaşan biri olarak söylüyorum. Geçtiğimiz yerel seçimlerde birçok yerde AKP’li adaylar projelerini açıklamaktansa “Tayip Erdoğan’a oy verin” söylemiyle oy almışlardır. O çatışmacı, kutuplaştıran siyaset üzerinden de bunu başarmışlardır. Bu sefer de sanıyorum aynı üslubu kullanmaya çalışıyorlar. Anadolu’daki birçok kentte iktidar partisi belediye başkanı olan arkadaşların önemli bir kısmının heyecanlarını, hizmet aşklarını kaybettiklerini gördük. Bunu millet de görüyor. Onlara artık oy vermeme eğiliminde.

- Erdoğan bu sert üslupla gerilimi tırmandırırken kendisi ve yandaşları aslında olmayan bir darbe tehdidinden söz ediyorlar. Yoksa biz mi böyle bir tehdidin olduğunu bilmiyoruz? Ya da Erdoğan ve yandaşları ne yapmaya çalışıyorlar sizce?

- Türkiye’de belli aralıklarla askeri darbeler yaşandı. Zaman zaman açık, kimi post-modern, kimi de elektronik olarak yapılmıştır. Türkiye’de siyasetin çivisinin çıkmasına neden olan en önemli neden de siyasete yapılan bu müdahalelerdir. Ama 22 Temmuz seçimlerinde millet çoğunluğu hükümet partisine bir görev verdi. Hükümet temenni yeri değil, icraat yeridir.

Ama bunu yapmak yerine AKP, güçlü gördüğü uluslararası ve yerli birtakım statükonun emrine girerek onların kendisine belirlediği alanda siyaset yapmayı tercih etti. İşte, tam da meselenin bam telinin burası olduğu kanaatindeyim.

- Başbakan’ın son aylarda basın ve medyaya karşı haşin tavrı çok gündemde. Doğan Grubu’nun gazetelerini almama çağrısı yaptı. Bu yetmedi yine Doğan Grubu ve Cumhuriyet gazetesi, maliye müfettişleri tarafından mercek altında tutuluyorlar. Hatta Doğan Grubu’na çok yüksek vergi cezaları kesildi. Öte yandan yandaş medyanın hiçbir yayın organı maliye müfettişlerince denetlenmiyor. Eğer medyada bir usulsüzlük soruşturması varsa bütün medyanın mercek altına alınması gerekmiyor mu?

- Meselenin iki tarafı var. Birisi siyasetle, öbürü basınla ilgili. Türkiye’de zaman zaman aksayan ama yine de çalışan bir demokrasi var. Zaman zaman boş kısmı oluyor. Bunu doldurmalı ve Türkiye ileri bir demokratik yapıya kavuşturulmalıdır. İktidar, aslında kendisi de kamu görevi yapan medya üzerinde baskı kurmak istiyor. Siyasi iktidarların önemli bir kısmı bunu siyasetin bir parçası olarak gördüler ve yanlış yaptılar. Yanlış yaptıkları geçtiğimiz dönemler içinde ortaya çıktı. Buradan hükümete tavsiyem medya üzerinde baskı kurmak, medyayı kontrol altına almak gibi siyasi bir eylemin içine girmemesidir. Bırakın sizin aleyhinizde yayın yapsın. Ama Türkiye’de medya özgür kalsın.

İktidarlar medyayı, medya da iktidarları kontrol altına alıp yönlendirme hevesinden vazgeçerse Türkiye’nin hayrına olur. Medyanın, bize en aykırı fikirleri dahi savunuyor olsa, özgür bırakılması Türkiye’nin gücüdür.

Ciddi demokratik restorasyon gerekli

- Peki, sizce bundan sonra, hele de bu devirde askeri müdahale olur mu?

- Bunun olmamasını temenni ederim. Ancak bunun olmaması için de Türkiye’de ciddi bir demokratik restorasyona ihtiyaç vardır. Bunu da yapacak olan parlamento ve iktidar partisidir. O kadar büyük çoğunlukla iktidar olmak kolay kolay her partiye nasip olmaz. Siz yedi yıldır iktidardasınız. Bir kararınızla Türkiye’de birçok meseleyi değiştirebilecekken sanki hiç iktidarda değilmişsiniz gibi sürekli eleştiriyorsunuz; gerilim üretiyorsunuz ve milletin size verdiği ödevleri yapmıyorsunuz.

- Peki, sizce AKP milletin kendisine verdiği bu ödevleri yerine getirmekten neden kaçınıyor?

- AKP değiştim diyor ama bir türlü mevcut statükoyu değiştirmeye terfi edemiyor.

- AKP’li belediyelerle ilgili inanılmaz yolsuzluk dosyaları ortaya saçılıyor. Son olarak SP İstanbul Büyükşehir Belediye başkan adayı Mehmet Bekaroğlu mevcut Belediye Başkanı Kadir Topbaş hakkında suç duyurusunda bulundu. Öte yandan AKP yönetimi hiç umursamaz bir biçimde yola devam ediyor. Siz bu tavrı nasıl karşılıyorsunuz?

- Sayın Bekaroğlu söz konusu dosyayı ilgili Cumhuriyet Başsavcılığı’na verdi. Yargı sürecinde olan bir davadır. AKP iktidara gelmeden önce toplumla yaptığı mutabakatın en önemli hususlarından birisi yolsuzluklar meselesidir. Siyaset maalesef Türkiye’de ciddi biçimde yolsuzluk üretiyor. İktidara gelenlerin hemen üzerine gitmeleri gereken husus yolsuzluklardır. AKP’nin iktidar dönemi maalesef yolsuzluk şaibelerinin en çok arttığı dönemlerden birisidir. Ben bu süreçteki bir hatıramı anlatayım. 26 Ekim’deki SP kongresinde Türkiye’de belki bir ilk oldu. Türkiye’de siyasi liderler tabanlarından söz alırlar. Biz orada on beş maddelik bir söz verdik. Dedik ki: “Ey millet, bunlar benim size verdiğim sözlerdir. Sonuna kadar bunların takipçisi olun.” Bu on beş maddenin birisi de, “Harun gibi gelip Karun gibi gitmeyeceğim” sözüydü. Ne ilginçtir ki bu on beş sözün içinde sadece bu söz bütün Anadolu’da geniş kitleler tarafından benimsendi ve ortaya çıkarıldı. Demek Türkiye’de bir Karunlaşma tehlikesi var ki insanlar bütün samimiyetimle yaptığım bu temel sözü benimsemişler ve siyaseten öne çıkarmışlar. Ortaya çıkan gerçek şu: Bu bir ihtiyaçtır.

 

Deniz Feneri’nde paraların nereye gittiği açıklıkla ortaya konulsun

 

- Türkiye’de sizce sistem ahlakı var mı?

N.K. - Türkiye’de bir sistem ahlakından söz ediyor olmamamız çok üzücüdür. Yani sistem ahlakı yoktur. İktidarda olanların, sistemin rant üretmesini önleyecek mekanizmaları ortaya koymaları gerekmektedir.

Bunu yapmak da son derece basittir. Belediye yönetimlerinde şeffaf, denetlenebilir, hesap verebilir bir kadronun olmasıdır. Bu Ahmet, Mehmet Bey’in insafına bırakılmamalıdır. Bunu yasal olarak zorunluluk haline getirmek gerekir. Biz bu anlamda inşallah iktidara geldiğimizde yerel yönetimlerle ilgili çok açık bir yeniden yapılanma sürecini başlatacağız.

- Yolsuzluklardan söz ederken Almanya’daki Deniz Feneri davasıyla ilgili de konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Frankfurt Mahkemesi yolsuzluk kararlarını verirken Deniz Feneri’nin esas ayağının Türkiye’de olduğuna dikkat çekti. Bunun ardından dava dosyası ancak 164 günde Türkiye’ye getirilebildi. Dosya getirilmeden önce Adalet Bakanı Şahin gazetecilere, “Bu dosyadan bana ne” bile diyebildi. Siz bu tavır konusunda ne düşünüyorsunuz?

N.K. - Bakın, hem Deniz Feneri hem Ergenekon davasıyla ilgili olarak biz başından beri yargının rahat bırakılmasını, siyasetçilerin yargı konusunda hâkim, savcı ya da avukat gibi davranmamaları gerektiğini söyledik. Çok ilginç. Ergenekon davasında bir taraf avukat, öbür taraf da savcı gibi davranıyor. Deniz Feneri davasında da roller değişti. Bu davalarda gerekli bakanlıklar konuşmadan işlerini yapmak durumundalar. İkincisi, bu milletin en önemli özelliklerinden birisi hamiyet perverlik, yardımseverlik duygusudur. Ama bunu yapan kurum ve kişilerin çok açık, hesap verebilir bir biçimde çalışmaları lazımdır. Niçin aldılar, nereye harcadılar? Bunların çok net ortaya konulması gerekir. Öte yandan, bu işlerin üzerine gidiyoruz, diye hiç kimse milletimizin yardımseverlik duygularını rencide etmemelidir.

Üçüncü kuralımız da şu. Almanya’da sonuçlanmış bir dava var. Türkiye’yle ilgisi konuşuluyor. Bütün bunlarda iş kime, nereye kadar uzanıyorsa sonuna kadar gidilmelidir. Mahkemeler en ufak bir şaibe kalmayacak biçimde sonuçlandırılmalıdır. Ama bu süreçlerin asla bir siyasi malzeme haline getirilmemesi gerektiğini düşünüyorum.

- Dosyanın 160 küsur gün sonra getirilmesi kafalarda soru işareti uyandırmadı mı?

- Geciken adalet adalet değildir, diye bir söz vardır. Biz bu sürecin, adil, şeffaf ve süratli biçimde sonlandırılmasından yanayız.

Ergenekon’da taraf olmayın

- Peki, Ergenekon davasıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

- Demin de söylediğim gibi Ergenekon’da da aynı tutum içindeyim. “Bu konuda siyaset, partiler taraf olmasın. Sussun” dedik. Bu davanın iki aşaması var. Sorgulama ve yargılama aşamaları. Bu iki aşamada da hukukun üstünlüğüne dikkat edilmelidir. Şeffaf, demokratik kurallara uygun bir sorgulama ve yargılama süreci olmalıdır.

Türkiye’de birtakım insanlar kamu adına gerçekten kendi kendilerine görev oluşturarak birtakım illegal işlerin içine girdilerse, aynen Deniz Feneri için söylediğim gibi sonuna kadar gidilmelidir. Ayrıca Ergenekon davası vesile edilerek Türkiye’deki sistemin gerçekten denetlenebilir hale gelmesini  ağlayacak ileri adımlar atılmalıdır.

Ancak üzülerek ifade ediyorum ki Ergenekon davası da Deniz Feneri davası da takım tutar gibi taraf tutarak değerlendiriliyor. Bunlar fevkalade yanlış davranışlardır. Ergenekon davasında hiç kimseyi mağdur etmeden dava sürecinin açık ve şeffaf biçimde olması zorunludur. Temenni ediyoruz ki bu davayla Türkiye gerçek bir temiz eller operasyonunu gerçekleştirmiş olur. Ama şimdiye kadar görünen kısmıyla dava, bir, dağ fare doğurdu görünümünde. Ben herkesi demokrasiden yana samimi olmaya davet ediyorum.

- Peki, burada bir soru sormak istiyorum. AKP, dokunulmazlıkları kaldırma sözü vererek seçildi. Ama yedi yıldır dokunulmazlıklara dokunulmuyor. Sizce neden?

- Ben herkesi demokrasiden yana samimi olmaya davet ediyorum. Dokunulmazlıklar kaldırılsın derken benim istediğim, dokunulmazlıklar dursun, başkalarını ilgilendiren dokunulmazlıklar kaldırılsın, olmaz.

İnsanlar adi suçlularsa milletvekili oldukları için neden mahkemeye çıkmasınlar? Öte yandan Türkiye’de hiçbir fikir suçu da kalmasın. Kürsü masuniyeti korunsun. Milletvekilleri, siyasiler ve sıradan vatandaşımız herhangi bir fikrini açıkladığı için bir cezaya muhatap olmasın. Ama bireysel suçlarda dokunulmazlık mutlaka kalkmalıdır. Hesap verilebilirlik olmalıdır.

PORTRE

Ünye, Ordu, 1959 doğumlu. Liseyi İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde, üniversiteyi İÜ İşletme Fakültesi’nde  okudu. ABD’de Temple University School of Business and Management’da lisansüstü çalışması yaptı. Cornell University New York State School of Industrial and Labor Relations’da misafir öğretim üyesi olarak ders verdi; doktorasını yaptı. Türkiye’ye dönüşünde İÜ İktisat Fakültesi’nde profesör oldu. Daha sonra İstanbul Ticaret Üniversitesi’ne geçti.

1998’de siyaset yaşamına FP’de başladı. Partide çeşitli kademelerde görev aldı. FP kapatılıp SP kurulunca siyasi işlerden sorumlu genel başkan yardımcısı oldu. 26 Ekim 2008’deki SP kurultayında parti genel başkanlığına seçildi.

telif

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar