Üç kafadar bir gece Brüksel’i altını üstüne getirip noktayı koyduktan sonra otelimize dönüyoruz. Çarşı mahallesindeyiz. Burada her sokağa, üstünde bulunduğu dükkanlarda satılan malın cinsine göre isim verilmiş. Bizim sokağınki Rue de Chair et Pain, yani Et ve Ekmek Sokağı. Muhtemelen yüzyıllar önce burada kasaplar ve ekmek fırınları varmış.
Gecenin bir vaktinde Rue de Chair et Pain’den giriyoruz. Sol taraftaki binanın altında lokanta, üst katlarında da dipten bozma bir apart otel. Kaldırıma iki masa atılmış. Çevresinde iki kadın, iki erkek bir de Rus finosuna benzer bir köpek oturuyor. Bizi gören el kadar köpek başlıyor havlamaya. Mübarek sanırsın kurt. Ortalığı yıkıyor.
Masanın başında oturan saçları hafiften seyrelmiş adam ayağa kalkıyor; bizi yarım yamalak Türkçesiyle selamlıyor. Sonra da köpeği tanıtıyor: “Bunun adı Kedi.” Nezaketen, “Aman da ne şeker kedoşmuş bu,”gibisinden sözler söyleyip niyetimiz bir an önce oradan ayrılmak. Ama adam bir türlü bırakmıyor. İlle de oturun, bir şeyler ikram edelim, diye ısrarlı.
Çaresiz boş iskemlelere ilişiyoruz. Ben,”Nerelisiniz?” diye soruyorum. Adam,”İranlı Azeriyiz,” diyor. Şimdi anlaşıldı, yarım yamalak Türkçe konuşmasının nedeni. Birden ağzımdan bir soru çıkıyor:”Meşhedli misiniz?”
Kendini Kazım olarak tanıtan İranlı bu soruma nedense hoşnutsuz bir biçimde,”Hayır,hayır, Tahranlıyız,” diye cevap veriyor.
Yanındaki kadınlardan birisi karısı, öbürü de kızıymış. Elhak, ikisi de harika güzel. Hele gözleri. Simsiyah üzüm gibi. Meşhedli olduğunu reddeden bizim İranlı yanında oturan gençten adamın ensesine birden şaplağı indiriyor: “Bu da Hüseyin. Kardeşim olur. Ama aptalın biridir. Benim gibi akıllı işadamı olamadı gitti.”
Şaplağı yiyen Hüseyin saf bir ifadeyle bize gülüyor. Demek aptallığı kabullenmiş.
Bizim İranlı Hüseyin’i bırakıp yeniden bize sarıyor. “Size mutlaka içki ikram etmeliyiz.” Bir koşu içeri gidiyor, elinde bir sürahiyle geri dönüyor. Bardağa dökülen sıvıya bakıyorum. Köpüklü sarımsı bir içki. Bir yudum alıyorum ki aman Allah. Rakıyla karışık kayısı suyu. Ağzımdan püskürtmemek için kendimi zor tutuyorum.
Kazım sürekli anlatıyor. Pek çok kez Türkiye’ye gitmiş. Orada büyük mobilya işleri yapmış. Vakti zamanında Ecevit’le İsmail Cem’i çok iyi tanırmış. Hatta iyi de ahbaplık ederlermiş. Brüksel’de pek çok apart otel sahibiymiş. Yakında Washington’a gidip orada da iş kuracakmış. Anlattıkça anlatıyor.
Sonra birden, “Size çok iyi fiyat veririm. Yüzde on, yüzde yirmi de indirim yaparım,” diye bol keseden sallıyor. Bu da yetmiyor. Bizi evine “cilow” yani çilav (İran pilavı) yemeye davet ediyor.
Saatler ilerledikçe bize fenalıklar basmaya başlıyor. Ertesi sabah mutlaka uğrayacağımızı söyleyip sonunda kendimizi kurtarıyoruz. Giderken,”Eyvallah Meşhedi kardeş,”diyorum. Biraz afallıyor ama bir şey demiyor.
Ertesi sabah apart otelin önüne gidiyoruz ki kapı duvar. Demek bizim Kazım’a Meşhedi derken yanılmamışım.
Şimdi soracaksınız: “Adama niye Meşhedi dedin?” Söyleyeyim. İran’ın Meşhed kentinde yaşayanlar çok ama içi boş konuşmalarıyla bilinir. Merak eden Ercüment Ekrem Talu’nun “Meşhedi’yle Devri Alem” romanını okusun.
Yorum Yazın