Geçtiğimiz ay Dünya Bankası’nın hazırladığı raporu inceledim. Artan özel sektör borcundan yüksek faiz/yüksek kur sorununa, ödemeler dengesi krizi uyarısına kadar türlü türlü felaket senaryoları çiziyor. Bu bilgiler ışığında cari açıkla mücadele ederken yoksullaşan Türkiye’yi yazmamak olmazdı.
Çin, rekabetçi kuru ve ucuz işgücüyle yayılmacı kapitalizm için bir cazibe merkezi konumunda. Örneğin Şanghay’da asgari ücret 396 dolar. Bu rakam Çin’deki eyaletlerin arasında en düşük ücretlerden… Ancak artık günümüzde Türkiye’nin işgücü daha ucuz; 339 dolar seviyesinde. Bu durum da bir önceki ekonomi bakanının sürekli vurgu yaptığı rekabetçi kur hedefini ve “ithalat eskisi kadar kolay olmayacak” sözlerini anımsatıyor.
Devamında ise şu soru akıllara geliyor. Türkiye Avrupa’nın Çin’i mi oldu?
Rekabetçi kur politikasının arkasında döviz kuru serbest bırakılarak ihracat için daha cazip bir ülke olma fikri yatıyor. Aslında fikir kötü değil. 2003-2011 arası güçlü TL ithalatı patlatmıştı. Ancak hemen söyleyeyim ki fikir kendi içinde tutarsız. Çünkü yalnızca liranın değer kaybetmesi ihracatı arttırmaz.
5 senedir aralıksız değer kaybeden kur gerçeği var ortada. Böyle bir durumda olması gereken yatırımların artması… Ancak son doğrudan net yatırım 12 -13 milyar dolarken bu sene 5 milyar dolarda kaldı. Döviz kuru ve ihracatı kıyaslayınca tek başına rekabetçi kurun olumlu fark yaratmadığını net bir şekilde görüyoruz.
Eskiden imalat tesisleri kuruluyor, şirketler satın alınıyorken bugün kur düşük olmasına rağmen doğrudan yatırım artmıyor. Bu ay da gelişmekte olan ülkelere yaklaşık 25 milyar dolar para girerken, ülkemiz sadece 100 milyon dolar alabildi bu pastadan. Üstelik Nisan 2021 kurunun son 5 yılın en düşük seviyelerinde olmasına rağmen.
Türkiye uzun vadede çekim merkezi olur mu, sorusuna cevap vereyim. Yabancılar için her şey ucuz olsa bile, ülkemizde sürekli değişen vergi sistemi ve hukuk düzenine olan güvensizlik nedeniyle tercih edilmiyoruz, edilecek gibi de görünmüyoruz. Ülkemiz dış politikada bunca yıl oluşturulmaya çalışılan güveni artık vermiyor.
Ya kriz gelirse?
Bir diğer önemli risk de ödemeler dengesi krizi. Bu kriz ülkenin kendi borcunu ödeyememesi ile de tezahür edebilir veya özel sektör/bankaların ödememesinden de kaynaklanabilir. Ne de olsa bütün özel borçlar kamu bilançosunda birikir. Bu da ülkelerin temerrüde düşmesini, yani batmasına sebep olur.
Çözüm nedir?
Tüm halka “karşılaştırılmalı üstünlük teorisi” anlatılmalı. Bilinçli vatandaş, bilinçli siyasetçi seçmeli...
Almanya güçlü değil mi? İstese hem araba hem fındık üretebilir. Ama David Ricardo Amca ispatlamış ki Almanya yalnızca araba üretip fındığı Türkiye’den alsa, “kazan-kazan” olur; iki ülke de kazanmış olur.
Yani bir ülke kendini iyi tanımakla kalmayıp çevresinin ihtiyaçlarına göre “strateji” belirlerse, değişik mallar üretip ihracat yapmaması mümkün değil. Yani, ülkemiz doğru yerlere yatırım yaparsa uzun vadede katma değerli ürünlerde bu üstünlüğü sağlamış olur. (1.dünya savaşı sonrası Almanya gibi) Velhasıl, Türkiye için de ele alınması gereken durum budur.
Dış açık sorunu yalnızca bir önceki ekonomi yönetiminin, ithalat eskisi kadar kolay olmayacak, düşünme biçimiyle kapanmak zorunda değil. Dış pazarlara açılıp, ihracatı arttırarak da bu mümkün olabilir. Bir başka deyişle; dış açık sorunu üretim ile harcama arasındaki dengesizliktir. Bir önceki ekonomi yönetiminin ithalatı azaltma gayreti kendi üreticimizi iç piyasada korumaya yarar. Öte yandan rekabetçi kur dış piyasada korur. Ancak rekabetçi kur fikrinin arkasında durulmadı. Nedeni bilinmeden harcanan milyarlarca dolarlar ve dış piyasada ihracatçıyı yeterince koruyan yasalar, teşvikler yapılmadı.
Karar vericilerin içindeki bu tutarsızlık sanayiciyi ve iş adamlarını da huzursuz ediyor. İç piyasa küçüktür. Üretici yaptığı işin karşılığını dış piyasada da almak ister. TÜSİAD ve İSO gibi önde gelen kurumların ithalatın zorlaşmasından hiç memnun olmadığını biliyorum.
Bir başka önemli husus da siyasal iktidarın gerçekten böyle bir planı var mıydı, yoksa denk mi geldi? Ben her ikisinden de biraz olduğunu düşünüyorum. Ancak plansızlık nedeniyle, bu hedefi göz ardı edildi ve milyarlarca dolar piyasaya salınarak kur baskılanmaya çalışıldı. Bu durum ise cari açığın artmasına engel olmadığı gibi mutlak fakirleşmeyi beraberinde getirdi.
Dünya bankası ne diyor?
Dünya Bankası'nın son raporunda "Türkiye’nin 2020 yılındaki ekonomik büyüme performansı diğer ülkelere nazaran güçlüydü ancak yine de yoksulluk ve işsizlik yaygınlaştı" görüşü belirtiliyor. Yoksulluk ve işsizliği artan bir ülkede ekonomi büyüyorsa zengin daha zengin olmuştur.
Plansızlık ve yanlış hesaplamalar arasında sıkışan yurdum insanına son 20 yılda ortaya çıkan iki farklı ekonomik kesime değinmek istiyorum. Birincisi hükümetin kendi burjuvası Bence herkes tanıdı o tiplemeyi:) İkinci kesim ise çok daha önemli. Ayda bir kere bile kıyma yemesi reva görülmeyen, ülke çapında 26 binden fazla şubesi bulunan vasat üçlüye mahkûm edilen insan yığını. “Peki ülkede eskiden yoksul yok muydu, karneyle ekmek dağıtıldı bu ülkede” diyenlerin sesleri bu satırları yazarken kulağımda çınladı.
Teknoloji araçlarının gelişimi, küresel olarak en bol imkanların olduğu bir dönemi beraberinde getirdi. Bu imkanlar da küresel aşırı yoksulluk oranını büyük ölçüde azalttı. Dünya Bankası’nın tanımına göre kişi başına günlük yaklaşık 1,90 dolar veya altı ile geçinen insanlar bu sınıfa giriyor. (1981: %42,7 – 2018: %9,3) Günlük 3.1 dolar altı ise yoksul olarak sayılmaktadır. Ülkemizde ise asgari ücret yoksulluk sınırının 85 lira altında. Sanırım bunu telafi etmek için emekliye 100 lira destek açıklandı!
Ülkenin son durumunu özetlemeye gerek yok. Kimseden umudumuz kalmadı. Mevzuu; ortak akıl ve çalışma arka planlı strateji tespitidir. Tarımdan teknolojiye “stratejisizlik” iktidarın ilk üç eksiğinden biridir. Fakirleştik, aza kanaat ve korku edindik. İlk seçimde daha kötü bir alternatif bulmak imkân dışında....
Temel mesele hukuk ve demokrasi !Tebrikler.