Ekim 1971’de Maliye Bakanlığı’nda göreve başlıyorum. Bana Cemal Süreya’nın yanında çalışacağımı söylüyorlar. Şaşırıyorum. İsim benzerliği mi acaba, yoksa gerçekten de o sıkı şairin yanında mı çalışacağım?
Cemal Süreya’nın aynı zamanda bir Maliye Müfettişi olduğundan ve o sıralar Maliye Bakanlığı’nda “Maliye Tetkik Heyeti Azası” olarak görev yaptığından haberim yok.
Bakanlığın Ulus’taki eski binasının sonsuz uzun koridorlarında odacılara sora sora Cemal Bey’in odasını buluyorum ve içeriye girip, kendimi tanıtıyorum. Daha önceden bir iki kez uzaktan gördüğüm ama hiç tanışmadığım Cemal Bey, incelediği kağıtlardan başını kaldırıp, elimi sıkıyor. Yer gösteriyor.
Bende heyecandan konuşacak hal kalmamış. Cemal Bey de konuşmuyor. O kısık gözlerindeki sevecen bakışla tam gözlerimin içine bakıyor. Neden sonra hafifçe gülümseyerek, “sonu ‘anta’ ile biten kaç kelime bulursan, bir kağıda yaz” diyor.
Kendisi Darphane Müdürlüğü’ne atanıp, İstanbul’a gidinceye kadar iki yıl sürecek olan “görev arkadaşlığımız” bu konuşmayla başlıyor işte.
Aynı gün başlayan “sivil” arkadaşlığımız ise uzun yıllar sürüyor. Belki benim de onun gibi kadınları, aşkı ve şiiri sevmem, belki benim de yine kendisine benzeyen o iflah olmaz kırılgan nahifliğim, Cemal Bey’de bir şeyler uyandırıyor. İkimiz de hayatın kullanım alanlarında tümüyle beceriksiziz ve ustalaşacağımız da yok. “Elektrik sigortalarını hep eşlerim takardı” diyor Cemal Bey gülerek ve “sende de ileride aynı şey olacak” diye ekliyor.
Gündüzü ve gecesi birbirinden tümüyle farklı bir hayata başlıyoruz. Gündüz Maliye Bakanlığı’nda biri “üstad”, öteki “çömez” iki bürokrat. Bakan konuşmaları, bütçe nutukları, aylık, üç aylık ve yıllık ekonomik raporlar üzerinde çalışıyoruz. “Fiğ fiyatları”nın fiyat endeksindeki önemini anlatıyor bana Cemal Süreya.
Şiir yazarken bir kuyumcu titizliğiyle çalışan Cemal Bey, maliyecilikte daha da seçici. Dokuz, on haneli rakamların binde bire varan küsuratıyla uğraşıyor. Bana da böyle yapmamı tembihliyor ve “bu parada yetimlerin hakkı var” diyor. Daha küçücük bir çocukken annesini, gencecik bir delikanlıyken de babasını kaybetmiş bir insanın doğal yaklaşımı bu.
Mesai bitip, bakanlıktan çıktığımızda ise, az konuşmalarına rağmen iyi anlaşan iki arkadaş gibiyiz. Başkent’e kurum siyahı bir gece inerken, ölgün ışıklı sokak lambalarının altında Ankara’yı arşınlıyoruz. Tıpkı Cemal Bey’in yıllar sonra sevdiği kadın için yazdığı, “Bende tarçın, sende ıhlamur kokusu./Az mı dolandık başkentin sokaklarında” dizelerindeki gibi.
Dönüp dolaşıp, Ulus’taki “Pala’nın meyhanesi”ne damlıyoruz. Beş-on kişinin ayakta zor sığışabildiği, sokağa bakan pencereleri yırtık pırtık tüllerle yarı yarıya kapatılmış, duvarlarında Ankaragücü takımının resimleri asılı küçücük, salaş bir meyhane bu.
Nedir, Cemal Bey burayı seviyor ve ona “içkievi” diyor. Cemal Bey burada şair kimliğiyle tanınıyor ve nasıl seviliyor, anlatılmaz. O berduşlar, o külhanbeyleri, Cemal Bey içeri girince elini sıkmak için sıraya giriyor.
Dükkanda markasız açık şarap var sadece. Ama Cemal Süreya için yandaki bakkaldan rakı alınıp getiriliyor. Meze olarak haşlanmış yumurta ile mevsimine göre turp ya da domatesten başka bir şey yok ama Cemal Bey’e ta Denizciler Caddesi’ndeki köfteciden köfte alınıyor. Üstelik bütün bunlar, “kızar” diye kendisine söylenmiyor. Beraber gittiğimiz iki yıl boyunca Cemal Bey o meyhanedeki rakı ve köftenin sadece kendisine verildiğini anlamıyor.
“İçkievi”nde topu topu üç sandalye bulunuyor. Biri patronun, biri o zamanların Ankara’sının ünlü kabadayısı Hacettepeli Nuri’nin ve üçüncüsü de tabii ki Cemal Bey’in oturması için konulmuş. Patron ile Hacettepeli Nuri, Cemal Süreya oturmadan oturmuyorlar sandalyelerine. Cemal Süreya bunu da anlamıyor, bilmiyor. “Herhalde yer darlığından pek sandalye koymamışlar” diyor.
Yıllar sonra da “İçkievinden çıkınca/Camdan/Demin oturduğum yere baktım./Sandalyede/Tıpkı benim gibi oturuyor boşluğum” diye yazıp, burnumun direğini sızlatıyor…
O zamanların daha betonlaşmamış Ankara Dikmen’inde bir akşam üstü. Zerdali ve dut ağaçlarıyla kaplı büyücek bir bahçede oturuyoruz. Sarısabırlar, katırtırnakları altın sarısı çiçekler açmış. Arada kırmızılı pembeli Acemboruları, Japon gülleri. Havada ıtırlı bir bahar kokusu var.
Evin sahibi fakülte arkadaşımızın yaş gününü kutlayacağız. Cemal Süreya da bizimle birlikte. Bir iki saat oturup, kalkacağız. Havadan sudan konuşurken, bir arkadaşımız “sembolik şiirden pek hoşlanmıyorum” diyecek oluyor. O zamana kadar pek az konuşan Cemal Süreya, tam bu esnada konuşmaya başlıyor.
Başlayış o başlayış. Hava kararıyor. Sonra gökte yıldızlar bir bir patlıyor. Sonra gökte sarışın bir çocuk başı gibi bir ay yükseliyor. Sonra ay batıyor. Sonra yıldızlar öksüz bir kandil gibi tek tek sönüyor. Sonra sağımız, solumuz zakkum pembesi, lavanta mavisi bir şafağa kesiyor. Yosma serçeler, mütevekkil güvercinler, hüznün kül rengini kanatlarında taşıyan kumrular doğan yeni günü selamlarken, Cemal Bey konuşmasını sürdürüyor.
Aragon’dan girip, Baudelaire’den çıkıyor. Sözcüklerle nasıl sanat yapılacağının en keskin örneklerini veriyor. Fransız sembolik şiirinin tüm serencamını anlatıyor. Alman ve Rus klasiklerini yorumluyor.
Sonunda “işe gitme zamanı geldi galiba” deyip, konuşmasını bitiriyor. Biz, bakanlığa gitmek için başkentin o “yumuşacık yamuk ve mavi” dolmuşlarına binmek üzereyken de, Cemal Süreya’nın kendi kendine “Akşam, yine akşam, yine akşam./Göllerde bu dem bir kamış olsam” diye mırıldandığını duyuyoruz…
Sonra Cemal Süreya Darphane Müdürü oldu ve İstanbul’a gitti. O Ankara’ya geldiğinde, ben İstanbul’a gittiğimde zaman zaman buluştuk. Kadıköy rıhtımındaki üç katlı “içkievi”nde, Bostancı’daki Hatay’da konuşması az sohbetler ettik. Cemal Süreya’nın, “Düelloda ölümden de acı olan/Sevdiğin kadının/Karşı tarafı ziyaret etmesidir” dizelerinin neyi anlattığını gördüm.
Bir kadının“Gözlerindeki bakımsız mavi”ye vuruldum.“Bir dilim ekmeğin, bir iki zeytinin başınaydı doymamız” diye hayıflandım. “Sonuna kadar beyaz bir kadın”ı hatırladım. Ona, “Daha nen olayım/Onursuzunum senin” diye yalvardım. Duyduğum her şarkıyı “Bizimçin söylenmiş sanki” diye dinledim. “Ben artık adam olmam/Bu derde düşeli” diye sessizce dövündüm.
Cemal Süreya da acılar ve kırgınlıklar içinde, “kilise duvarlarında kırmızı elmalar dişleyen kadınlar”a bakarak, yaşamını sürdürdü. “Bütün fiilleri geçmiş zamanda dondurdu”. “Kökü dışarıda hain aşklar”ın acısını çekti. “Olur böyle şeyler ara sıra, olur ara sıra” deyip, dayanmaya çalıştı. “Olanca kuvvetiyle halatlara asılıyordu” ama “nafile”ydi.
Sonra dalgalar geldi. Sonra her yerimizi bir mavilik aldı. Cemal Süreya bunu biliyor ve “Hayat kısa/Kuşlar uçuyor” diyordu.
9 Ocak 1990’da, mizan defterine son çizgiyi çekti.
Ben de ona, “Nasıl hatırlıyorsan dünyayı, öyle” diye selam gönderdim…
"İnsan, evrende toz kadar bile değildir" denir ya...betimlediğin büyülü evren karşısında bu sözü derinden idrak ettim. Yüreğine sağlık sevgili Lemi.
Ben de dizin ksdar degilsede rahmetlik hocam Tahsin Sarac'in talebesi olmak ve Cahit Sitki Tarancinin şiirlerini Fransizcaya, Arthur Rimbaud 'u da Türkceye cevirmrk gibi nir şansim oldu, hocamda genc yasta "Çıplak kaya da çimlendi" malum olduğu üzere sigara ve bitmeyen sohbetlerin yakiti alkol nedeniyle"Özlem Mavi yaz akşamlarinda , özgür gezeceğim, ...!!!!
Lemi, hafızana, eline sağlık.
Yine, yeniden hatırladım tadını C. Süreya’nın şiirini sayemizde… ama daha da önemlisi onun insan yanını tanıttınız bana… Minnettarım. Çok güzel, çok özel bir yazı olmuş. O’nun gibi…
Bugün ebediyete intikalinin 32nci yılında hatırasına ayırmış sütununu Lemi Özgen; üstelik şairin daha öğrencisi iken mülkiye dergisinde (08.01.1953) ilk kez yayınlanmış "Şarkısı Beyaz” şiirinin son satırını yazısına başlık yaptığı duyarlılığı ve vefakarlığıyla, yıllar sonra da olsa, aynı sıralardan geçip, aynı kurumda birlikte geçirilmiş zamandaki ortak anılarla bezemiş yazısını. Şair, en verimli çağında gerçekleştirmeyi istediği pek çok uğraşını arkasında bıraktığı bu dünyayı. kendi mısraıyla “her ölüm erken ölümdür” der ve gerçekleştiremedikleri için sitemini de eder tanrıya, “üstü kalsın”, diye. Bunlardan biri de, Selim Temo’nun “Horasan Kürtleri” kitabında değindiği (sf:430) Fuzuli’nin Kürtçe şiiri “Beng ü Bade”’sini Türkçeye çevirme düşüncesidir. Çevireceği bu uzun şiir için, “Kürtlerin ve Türklerin kucaklaşması olacaktır.” düşüncesindeymiş. * Türk dilinin bu büyük şairini, “Senin Sesin” şiirinden bir kuple ile anıyorum: "...fotograf çektirmek için yan yana getirilmiş iki nesne değiliz biz / güvercin curnatasında yan yana akan iki güverciniz / mesafeler birleştirdi bizi bir de sözler / razı olma hiçbir sessizliğe..."
muhteşem
Çok güzel. Elinize sağlık