Bazen kısa bir süreç içinde olaylar o kadar hızlı ve tersinize yaşanır ki işte o zaman yakın geçmiş kendini çok uzak hissettirir…
20 Ocak 2021’de ABD Başkanı olarak koltuğa oturan Joe Biden 44. Başkan Barack Obama’nın yardımcısıydı. Araya 45. Başkan Trump girmiş de olsa Joe Biden, Obama ile benzeşen, Türkiye’yi ve bölgeyi iyi bilen, ehil politik anlayış ve kadrolarla yola çıktı.
Tabii ki "Acaba Demokrat Obama’nın mirasını koruyacak mı?" sorusu da cevap arıyor...
Göreve başlar başlamaz açıklamalarıyla gündeme taş gibi oturan Biden ekibinin Türkiye hakkındaki ifadeleri pek de memnuniyet verici görünmüyor. Başkan Biden’ın, Dışişleri Bakanı olan Blinken’ın, Türkiye hakkında ‘Sözde stratejik ortağımız olan Türkiye!’ ifadesi; ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ile Avrupa Komisyonu başkanı Ursula Von Der Leyen’in kabine şefi arasında gerçekleşen görüşmenin ardından yapılan ‘Türkiye ve Çin; ABD ve AB’nin ortak endişe listesinde yer alıyor.’ açıklaması yenir yutulur cinsten görünmüyor.
Türkiye hakkındaki bu açıklamalar S 400 krizinden başlayan pek çok konuda Türkiye’ye yönelik kabaran olumsuz dalganın resmi ağızlardan ifadesi gibi duruyor.
Trump döneminde iki ülke arasındaki gerginliğe neden olan olaylar dizisinde, ABD Senatosu’nun Türkiye’ye F-35 satışının geçici olarak durdurulması kararı başroldeydi.
Türkiye ve ABD arasındaki ilişkiler ve dinamikler dış politika ve diplomasi açısından o kadar büyük kırılmalar yaşadı ki; ABD’nin 2007’de Irak’ı işgalinden günümüze kadar gelen süreci şöyle bir hatırlayalım istiyorum.
2008 yılında, sonraki Başkan Obama’nın Dışişleri Bakan Yardımcısı olacak olan Philip Gordon ve Brookings Enstitüsü’nden Ömer Taşpınar’ın ufuk açıcı ‘Türkiye’yi Kazanmak’ adlı kitabı karşılıklı umutlar içeren, Obama’nın kazanması sonucunda Türkiye’ye öncelik verilmesini öngören düşünceler içeriyordu. Gerçekten de Obama kazandı ve 2009 yılında ilk ikili ziyaretini Türkiye’ye yaptı. O dönemde Fransa, Almanya gibi ülkeler ilk olmak için sırada beklerken bu ziyaret Türkiye’ye gerçekleştirildi. Obama, 6 Nisan 2009’da TBMM’de yaptığı konuşmada ‘Biliyorum ki siz medeniyetlerin ortasında tarihin dalgalarından etkilenen bir ülkesiniz. Ülkeyi bir yöne ya da diğer yöne çekmek isteyenler olabilir ama ben inanıyorum ki Türkiye’nin büyüklüğü her şeyin ortasında olmasıdır. Kültürünüzün güzelliği de doğu ile batının birleşmesinden... Tarihinizin zenginliği ve demokrasinin gücü ve beraberce geleceğe yönelik umudunuz Türkiye’yi Türkiye yapıyor." dedi ve Meclis’te ayakta alkışlandı.
1997’den 2010’a kadar Türk Dış Politikası’nın yükselişte olduğu ve Türkiye’nin öneminin arttığı bilinir. Peki neye yükseliş? Batı dünyasının normlarına, demokrasiye, hukuka, Avrupa Birliği değerlerine yakınlaşmaya doğru bir yükseliştir. 2009-2010 büyük diplomatik başarılar kazanıldı örneğin Türkiye, Avusturya’nın aldığı oyları geçerek, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin geçici üyesi olmuştu. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Geçici Üyeliği’ne seçilmesinde bölgesindeki ve dünyadaki barış ve istikrara yaptığı katkıların çok büyük etkisinin olduğunu söyleyerek; ‘Şüphesiz ki bu neticenin arkasında yaklaşık 5 yıldır yürüttüğümüz diplomatik çabalar, bölgemizde ve dünyada barış ve istikrara yaptığımız önemli katkıların çok büyük tesiri olduğuna inanıyorum" demişti.
Yine Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon’ın Türkiye hakkında 2017 yılında New York Times’da çıkan makalesinde Türkiye şu ifadelerle tarif ediliyordu: "Büyüyen ekonomisini reformdan geçiren, basın özgürlüklerini genişleten ve bir dönemler baskıcı olan askeri kurulu düzeni siyasetin dışına iten dinamik ve popüler bir liderin yönetimindeki çoğunluğu Müslüman bir ülke’.
Tekrar 2010’a geri dönmek istiyorum çünkü ABD Türkiye ilişkilerinde anahtar bir yıldır. İran, Türkiye ve Brezilya liderleriyle görüşmelerin ardından, 17 Mayıs 2010’da uranyumunun yurt dışında zenginleştirilmesini kabul ettiği bir anlaşmayı imzaladı. İran Dışişleri Bakanlığı, düşük düzeyde zenginleştirilmiş 1200 kg uranyumun, araştırma reaktörlerindeki kullanılabilecek nükleer yakıt karşılığında, Türkiye'ye gönderileceğini açıkladı.
Ancak maalesef beklenmedik sorunlar bu tarihten hemen sonra belirmeye başladı. Türkiye ve İsrail arasında büyük sorunlar yaratan Mavi Marmara meselesi 31 Mayıs’ta gerçekleşti. İki ülke liderleri arasındaki soğukluğun başlangıcı ise 10 Haziran’da Obama ile Başbakan Erdoğan arasında geçen telefon görüşmesinde yaşandı. Obama, İran’a yönelik yaptırım paketi için destek istedi. Erdoğan çekimser kalınacağı yönünde karar alınacağını ifade etmiş olmasına rağmen, Tahran ile nükleer takas deklarasyonu açıklayan Türkiye ve Brezilya, BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yaptırımlara ‘hayır’ oyu verdi.
İran’a yaptırımlara ‘hayır’ kararı işlerin rengini değiştirmişti. Bu karar, Müttefikler arasında güveni sarsan, sorgulatan tavırların başlangıcı sayılabilirdi.
2010’da önce Tunus’ta başlayan Arap Ayaklanmaları, 2013 yılında yaşanan Gezi Parkı Olayları, Erdoğan ve Obama arasındaki soğukluğun dozunu daha da artırdı. Obama’nın ilk döneminde terörle mücadele danışmanlarından olan John Brennan ise “Başkan Obama, Arap Baharı süresinde, Ortadoğu’nun bizi tükettiğini fark etti.’ demişti. Ortadoğu’da konuşlanan ABD ordusunun masrafını ve asker ölümlerini Amerikan kamuoyu artık tolere etmiyor ve kamuoyu desteği bulamıyor. Dolayısıyla ABD, Ortadoğu’dan gitmek, bizi bizimle bırakmak ister gibi yaparken aslında pek de öyle yapmayı düşünmediğini de görür gibiyiz.
Bekleyip görmekten başka çare görünmüyor. Önümüzdeki günler çok ilginç gelişmelere ve çok farklı senaryolara ve çok farklı aktörlerin sahneye çıkmasına gebe görünüyor.
Yorum Yazın