Ortalık hareketlendi.
Konserler, tiyatro turneleri, film festivalleri peş peşe programlarını açıklamaya başladılar. Önümüzdeki -en azından- birkaç ay, kulaklarımızın pası silinecek, gözümüz gönlümüz açılacak, ruhumuz beslenecek…
“Çok şükür” diyeceğim ama gene de korkuyorum. Vaka sayıları bir türlü inmiyor... Ölüm sayıları da zikzak çiziyor.
Neyse ki aşı çalışmaları hızlandı.
Çok sevindirici tabii.
Aşı var ki yapılabiliyor. Demek ki bir türlü yol alamamamızın nedeni gerçekten de elimizde aşı olmayışıymış. Bunu da anlamış olduk.
Eveleyip geveliyorlardı. “Vardı da yoktu da geldi de gelecekti de o aşı mı, bu aşı mı…” Biri bir şey diyordu, diğeri tersini. Uzun süre bir ileri iki geri gitti bu iş.
Ve meğerse günde bir buçuk milyon aşı yapma kapasitemiz varmış.
Yeter ki aşı olsun.
İyimserlere göre “bu iş eylülde tamam”! Yani 2 ya da 3 vakte biteceğini düşünüyorlar.
Kötümserler ise “bu salgın hiçbir zaman bitmeyecek”, hayatımızın bir parçası haline gelecek diyorlar.
Ben de “bir buçuk yıldır neyi öngörebildik ki, bundan sonrasını görebilelim, bekleyip göreceğiz” diyorum. İlla bir fikir yürütmek gerekirse.
***
Geçen gün bir arkadaşım aradı. Cumartesi günü sergi gezmek istiyormuş.
Belli ki artık canına tak etmiş. Ev-iş, televizyon, Netflix döngüsü nereye kadar gerçekten?
Bir sergi tavsiye etmemi istedi.
Son sıralarda birkaç sergi görme fırsatım oldu. Günün şartlarına göre donanımlı sayılabilirim. Ona birkaç sergi önerisinde bulundum.
Buradan da Sakıp Sabancı Müzesi’nin yeni sergisi “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Ressam Hocaların Ressam Öğrencileri” sergisini paylaşacağım.
Serginin açılışı son “kademeli açılmanın” hemen ertesinde, yani 17 gün kapanmanın ardından, orta boy bir gazeteci grubuna yapıldı. Açılmanın da ilk “fiziki” buluşması olması bakımından serginin kendisi kadar buluşma hallerimizi de anlatmaya değer buluyorum.
Kültür sanat gazetecileri genellikle birbirlerini tanır. Basın toplantılarında, sergi açılışlarında, film galalarında, bir araya gelir. Sezonda etkinlikler sık olur. Dolayısıyla sık sık birbirimizi görürüz. Ayaküstü iki çift laf eder ya da etmez,” hadi görüşürüz” der, ayrılırız.
Fakat gelin görün ki aylardır ilk kez “fiziki” bir açılışa katılıyorduk ve “fiziki” olarak bir araya geliyorduk.
Sergiyi gezmeden önce müzenin terasında buluşacağız, toplanıp içeri gireceğiz.
Aman Allahlım, o da ne? Bir coşku bir muhabbet! Kimsenin içeriye girmeye niyeti yok.
Meğerse birbirimizi ne kadar çok özlemişiz. Birbirimizi ne kadar çok seviyormuşuz! Bir türlü laf bitmiyor.
17 gün kapanmadan sonra ilk kez açık havadayız, karşımızda şahane Boğaz manzarası, birbirimizi bulmuşuz, sosyal bir ortam, üstüne üstlük bir de yeni sergi gezeceğiz.
Nasıl bir coşku, nasıl bir muhabbet.
Herkesin mutluluktan ağzı kulaklarında.
Bir çene bir çene. Heyecanla tüm pandemi maceralarımızı, travmalarımıza varıncaya kadar anlatmaya çalışıyoruz. Hızlı hızlı, hepsini şuracığa sığdırabilme telaşıyla. Tabii zaman dar. Kim bilir bir daha ne zaman fırsat olur?
Hatta havada aşırı bir mutluluk hali seziyorum sanki. Bir buçuk yılın birikimi olsa gerek. Bir şekilde hal ve tavırlarımıza yansıyacak tabi.
Neredeyse çiçek çocuklar misali el ele tutuşup Hare Krichna diyerek dönmeye başlayacağız. Ya da güzel bir halay da olabilirdi. Zaten bir o kaldı yapmadığımız.
Bu sadece özlemekle açıklanabilir mi? Pandeminin yan etkileri bunlar. Kesin.
Ben teşhis koyuyorum; “Post Covid-19 semptomları”. Tam bittiğinde kim bilir ne hallerde olacağız?
“Arkadaşlar sergi gezmeye geldik, kendinize gelin, hadi içeri!” diyen de yok.
SSM’sinin müdürü sevgili Profesör Nazan Ölçer, belli ki o da bizleri özlemiş, ortama uyuyor. Belki de kibarlığındandı, bilemedim.
Ama her durumda içinden “vah vaah bunlara da bir haller olmuş” diye geçirdiğinden eminim.
Ama bizlere bir şey hissettirmiyor.
Ne de olsa tecrübeli hoca, değerli bir akademisyen, bilim insanı. Durumumuzu olgunlukla karşıladı.
Ve Sergi
“Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Ressam Hocaların Ressam Öğrencileri”.
Sergiyi, Nazan Ölçer kendisi gezdirdi. Merakımız da sevincimiz kadar üst düzeyde. Sorulara, her zamanki tatlı anlatımıyla cevap verdi.
Müzenin kendi koleksiyonundan düzenlenen sergi, Hoca Ali Rıza, Halife Abdülmecit Efendi, Ayvazovski, İbrahim Çallı ve dönemin öncü kadın sanatçılarından Mihri Müşfik Hanım’ın aralarında olduğu 115 eserden oluşuyor.
Sergi, neredeyse 100 yıllık bir zaman diliminde üretilmiş eserlerden oluşuyor. Toplumun, coğrafyanın, sosyal yaşamın ve ekonominin nasıl dönüştüğünü, değiştiğini izlemek mümkün.
Sergiyi oluşturan eserler ağırlıklı olarak portre, manzara ve natür mort. Yapıldıkları dönemleri anlatırken, karşılaştırma olanağını sağlayan belgeler niteliğini de taşıyorlar aynı zamanda.
Taksim Meydanı, 1935, Nazmi Ziya Güran (1881-1937)
Bir de şimdiki Taksim meydanını gözünüzün önüne getirin.
Boğaz teması klasik Türk resminin önemli temalarından biri. Burada farklı zaman dilimlerinde, farklı üsluplarda resmedilmiş boğaz manzaralarını görmek çok keyifli. Bugünle karşılaştırmak ise daha çok hüzünlü. O dönemlerde ne kadar yeşil olduğunu görmek her seferinde şaşırtıyor beni.
Tanzimat’ta kadının daha fazla görünür hale geldiğini sergilenen eserlerden izlemek mümkün. Resmedilen kadınlı temalar artıyor ve çeşitleniyor.
Sergide dönemin öncü kadın ressamlarından Mihri Müşfik ve Hale Asaf’a ve eserlerine de yer verilmiş. Benim en çok hoşuma giden ve ilgimi çeken bölümlerden biri oldu.
Mihri Müşfik (1886-1950), Genç Erkek Portresi
Türk ressamlarının Paris’te eğitim gördükleri dönemde, “nü” atölyeleriyle tanışmaları ve sonra da bunu çalışmalarına nasıl yansıttıklarını görebilmek ve o süreci izleyebilmek açısından çok ilginç.
Halil Paşa (1857-1939), Ressam Kız ve Atölyesi
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e uzanan bu dönemde Türk resminin çeşitli evrelerini yansıtan sergide, modern Türk resminin de temellerinin atılışını izleyebilmek hem keyifli, bir o kadar da öğretici.
Sergiyi gezmek isteyenlerin rezervasyon yaptırmaları şart değil ama yapanlara öncelik tanınıyor. Ayrıca sergi, öğretmenlere ve sağlık çalışanlarına ücretsiz.
Keyifli pazarlar
Yorum Yazın