Adam, kadın onu öpüp uçağa bindikten sonra hava alanında bir süre daha bekleyip, kalkmaya hazırlanan Sovyet Hava Yolları’na ait gümüş renkli küçük uçağa baktı. Uçak hareket etti. Pistte yürüdü. Hızını artırdı, titredi ve sonra da yavaşça gökyüzüne doğru yükseldi. Birkaç dakika sonra uçak bulutların arasında kaybolmuştu artık.
Adam yine de gökyüzüne bakmaya devam etti. Ansızın irkildi. Küçük, gümüş renkli bir uçak havada şöyle bir görünür gibi oldu. Kalbi deli gibi çarpmaya başladı. Küçük uçağın minnacık pencerelerinden birinde “saçları saman sarısı, kirpikleri mavi” o kadını görmüş olduğuna oracıkta yemin edebilirdi.
Adam, bunca uzaklıktan sadece bir nokta gibi görebildiği uçağın, hiç mi hiç seçilmeyen pencerelerinden birinde bir kadın hem de “saçları saman sarısı” bir kadın göremeyeceğini, bunun ancak bir serap olduğunu iyi biliyordu ama görmüştü işte. Yemin ederdi gördüğüne.
Görmüştü işte. Yıllar önce “seher vakti habersizce gara giren kar içindeki bir ekspresin, tam önünde duran yataklı vagonunun aralık kalmış bir perdesinden, alt ranzada uyurken gördüğü, âşık olduğu, saçları saman sarısı, kirpikleri mavi” o kadını görmüştü. Biraz önce Moskova’ya yolcu ettiği sevgilisi, eşi ve daha her şeyi olan kadını, gökyüzünde kaybolmuş bir uçağın hayali pencerelerinde görmüştü.
Yüreği şimdi bir “mitralyöz” gibi atmaya başlamıştı. Koşarak dışarıya çıktı.
Merkeze giden otobüslerden birine binip, kentin en cafcaflı semtlerinden birinde indi. Gazete büfesinden bir kartpostal aldı. Karl Köprüsü’ne çıktı. Döne dolaşa akmakta olan Vltava nehrine baktı.
Akşam oluyordu ve şehir, kendisine takılan “Altın Şehir”, “Masal Şehri” ve “Şehirlerin Anası” adlarını doğrulayan bir güzelliğe bürünüyordu. İç geçirdi. Şehir gerçekten çok güzeldi ama ne yazık ki artık sevdiği kadın yoktu bu şehrin içinde.
Köprünün mermer dayanaklarından birine yanaştı. Biraz önce aldığı kartpostal ile dolmakalemini cebinden çıkardı. Köprüyü iyice aydınlatan akşam ışıkları altında yazdı:
“Gittin, boşaldı Prag şehri. İçinden elini çekip çıkardığın bir eldiven gibi boşaldı. Söndü artık seni göstermeyen bir ayna gibi...”
Şair ve aşık Nazım Hikmet isimli adam, sevgilisi, eşi ve daha her şeyi olan Vera Tulyakova’ya yazdığı düzinelerce kartpostaldan birini daha postaya vermek için köprüden ayrıldı. Prag’a şimdi şıkırdım bir gece çöküyordu…
Az önce, Prag’ta kendisini görmeye gelen sevgilisi, eşi ve daha her şeyi olan Vera Tulyakova’yı uçakla Moskova’ya yolcu eden şair ve aşık Nazım Hikmet, postaneye ve oradan da oteline kadar yürüyerek gitti ve yol boyunca, “Çok şükür aşığım. Bana öyle geliyor ki bir tek insana, yüz milyonlarca insana, bir tek ağaca, bütün ormana, tek bir düşünceye, birçok düşünceye ve fikre âşık olmadan yaşamak, yaşamak değildir” diye düşündü.
Doğruydu. İyi ki aşıktı. Yoksa Nazım Hikmet eşi Vera Tulyakova’ya bu kadar büyük bir aşkla, akıl almaz bir tutkuyla bağlanmasa, bizler “Saçları Saman Sarısı, Kirpikleri Mavi” adındaki o muhteşem şiiri okumuş olmak mutluluğuna nasıl erişecektik ki?
Şairler insandır. Yazdıklarını okuduğumuzda, onların bambaşka bir alemden geldiği düşüncesine kapılırız ama değildirler. Onlar insandır. İnsanlarla birlikte yaşarlar. İnsana dair olan her şey, şairler için de vardır. Onlar da hastalanırlar, âşık olurlar, severler, sevilirler, ihanet ederler, ihanete uğrarlar. Bir bakarsınız çın ayazlı bir şafakta sevdiklerini terk edivermişlerdir, bir bakarsınız hüzünlü bir akşamüstü sevdikleri onları bırakıp gitmiştir.
Şair ve aşık Nazım Hikmet, 1959 yılında evlendiği Vera Tulyakova’yı çok sevdi, onun için “Geldim/Kaldım/Güldüm/Öldüm”, “Saçları Saman Sarısı…” gibi unutulmaz şiirler yazdı ve ölürken “onu Türkiye’ye, Türkiye’yi de ona emanet” etti.
3 Haziran 1963’te kaybettiğimiz Nazım Hikmet, Vera Tulyakova’ya âşık olmadan önce birçok başka kadını da sevdi. Onlarla evlendi. Acı çekti, acı çektirdi.
Nedir, hepsini sevdi. Kadınları da onu sevdi.
Nazım da kadınları da ve Vera Tulyakova da her şeyden önce insandılar çünkü…
Perde…
Yorum Yazın