Bursa sultanlar ve bahtsız şehzadelerin şehridir. Yeşil diye adlandırılır ama bütün şehirler gibi siyah ve yoksul yerleri de vardır Bursa’nın. Bu yerlerden biri de cumbalı evlerin yanyana sıralandığı Tophane Mahallesi’ndeki Ortapazar Caddesi’dir.
İşte bu caddedeki 30 numaralı evde bundan 91 yıl önce mütevazı bir ailenin, Kaya Bey ile bütün anneler gibi dünya güzeli eşi Hayriye Hanım’ın bir oğulları dünyaya geldi. Doğumu yaptıran mahalle ebesi Rukiye Hanım, bebeğin göbek bağını uzun kesti. İnanışa göre göbek bağı uzun kesilenlerin sesi güzel olurdu.
Kaya Bey ile Hayriye Hanım aile büyüklerine saygıları nedeniyle çocuğa isim verilmesini babaanneye bıraktılar. O da iki rekat namaz kılıp, bebeği kucağına aldı ve sağ kulağına üç kez “Zeki” diye fısıldadı. Kaya Bey de bu ismi evdeki Kuran-ı Kerim ve Şerif-i Meali’nin şömize ciltli kapağına “süluk” harflerle yazdı. Duvardaki Saatli Maarif Takvimi, 6 Aralık 1933’ü gösteriyordu. Geçici misafirlik için bu çileli dünyaya bir can daha gelmişti...
Topluma ilk fiyaka
Çocuk büyüdü, okul çağına geldi. Pırıl pırıl bir Eylül sabahı anne ve babasının elinden tutup sokağa çıktı. Üzerinde Sümerbank basmasından bir siyah önlük, bahriyeli kesimi bir beyaz yaka vardı. Mahalleye yakın Orhan Gazi İlkokulu’na gidildi ve çocuk hayata dair ilk derslerini alacağı Nazire Öğretmen’e teslim edildi. Küçük Zeki yıllar sonra bu günü ve okul önlüğünü “topluma ilk fiyaka” diye anlatacaktı.
Miyop nedeniyle küçük yaşta takmak zorunda kaldığı gözlükler kırılmasın diye küçük çocuğa “Çelik-Çomak”, “Birdirbir” ve “Uzun Eşek” gibi oyunlar oynaması yasaklanmıştı. Zaten o da bu kaba ve sert oyunlardan hoşlanmıyordu. “Tomris” adını verdiği bez bebeğiyle oynamak, kumaş parçalarından diktiği elbiselerle bebeğini giydirmek, onun en büyük zevkiydi. Bir de cumbalı evin küçük holünde her akşam kurulan çilingir sofrasında anne ve babasının birlikte söylediği, “Yalnız Benim Ol, El Yüzüne Bakma Sakın Sen” şarkısına o zamanlar bile güzel olan sesiyle eşlik etmek.
“Pencereden Kar Geliyor”
İlkokul ve Ortaokul bitiverdi. O İstanbul’a gidip müzik eğitimi almak istiyordu. Anne baba, biricik çocuklarını kıramadı. 1947’nin hüzünlü bir sonbaharında Bebek’teki Boğaziçi Lisesi’ne o yılların deyimiyle “meccani” yani yatılı olarak kaydedildi.
İstanbul güzeldi, müzik dersleri verilen okul da güzeldi ama “gurbetlik zor zenaat”ti. Hele o yaştaki bir çocuk için daha da zordu. Yedi tepeli kente jilet mavisi bir gece bastırıp, yatakhanede gurbet ve yalnızlık kol gezmeye başladığında, hasret göklere çıkar, o da göz yaşları içinde balkona atardı kendini. Sonra da gözlerinden sicim gibi yaşlar süzülürken, söylemeye başlardı: “Pencereden kar geliyor. Aman annem, gurbet bana zor geliyor”...
Günler bir yandan hasretle boğuşup, bir yandan derslerle geçip giderken, bir gün bütün okulu sevince boğan bir haber duyuldu. Ünlü bestekar Şerif İçli ile Kadri Şençalar, okulda müzik dersi vereceklerdi. Kaydını ilk yaptıran Zeki oldu. Can kulağıyla dinlediği dersler, Şerif İçli’nin evinde de sürdü.
Okul yaz tatiline girince Zeki Bursa’daki baba ocağına döndü. Yıllarca sürecek müzik hayatındaki ilk bestesini de işte bu tatilde yaptı. Şarkının sözlerini de akrostiş olarak kendisi yazmıştı: “Zehretme Hayatı Bana Cananım / Elemlerle Doldu Benim Her Anım / Kederinle Yanıp Sönse de Canım / İnan ki Ben Sana Yine Hayranım”. Henüz 14 yaşındaydı...
Mikrofonla ilk tanışma
Tatil bitip okula döndüğünün ilk gününde, radyoda ses sanatçılığı için bir sınav açıldığını duydu. Zamanın en ünlü müzikçilerinden oluşan sınav heyetinin önüne çıktı ve yıllarca Türkiye’yi can evinden vuracak o eşsiz sesi ilk kez kayıtlara alındı. “Nideyim Sahnı Çemen Seyrini, Cananım Yok”. Şarkı bitti, Türk müziğinin en ünlü isimleri gözyaşlarını tutamıyordu. “Sanat Güneşi”nin ilk ışıkları doğmuştu.
İki üç ay sonra da ilk radyo programını yaptı. Rahatsızlanan Perihan Altındağ’ın yerine mikrofona geçti. Tam 45 dakika Hicaz eserler okudu. Program bittiğinde binlerce kişi telefona sarılmış, bu sanatçının kim olduğunu soruyordu. Radyo santralindeki görevliler, “Boğaziçi Lisesi’nden bir öğrenci, adı Zeki Müren” diye cevap verdiler. Bu ismi yıllar sonra bütün Türkiye ezberleyecekti.
Lise de bitti. İstediği her fakülteye girebilirdi. O Güzel Sanatlar Akademisi’ni seçti. Akademi’de desen ve renkler dünyasıyla uğraşırken, bir yandan da radyoda şarkı söylemeyi sürdürüyordu. Ünlenmişti. O zamanın en büyük gazinoları olan Küçük Çiftlik, Tepebaşı ve Cumhuriyet’in sahipleri her gün kapısını çalıyor, sahneye çıkması için adeta bir servet öneriyorlardı. Hep “Hayır” diyordu. Hayatı boyunca saygı duyacağı halkın karşısına çıkmak için, kendini henüz hazır bulmuyordu.
Ama plakçıların önerisini geri çevirmedi. Kalabalıklar karşısına çıkmadan şarkı söylemeyi seviyordu. Yeşilköy’deki bir stüdyoda ilk plağını doldurdu. “Bir Muhabbet Kuşu da Ben Olurum, Sev Diye Sen” adlı plak, şimdiki magazinci meslektaşlarımızın deyimiyle “bir anda yok sattı”. Şarkı Türkiye’nin her yerinde, evlerde, kıraathanelerde, gramofonu bulunan meyhanelerde günler ve geceler boyu hiç susmadan çaldı. Karşılıksız sevdaların onulmaz acısını çekenler, bu şarkıyla teselli buluyordu, kırık bir aşk hikayesi yaşayanlar, ulaşamadıkları sevgililerinin omuzlarında, şarkıdaki gibi “bir muhabbet kuşu” olarak yaşayıp gitmek istiyordu.
Bu kadar ünlendikten sonra, beyazperdeye adım atmak da kaçınılmaz olmuştu. Baba dostu yapımcı İhsan Doruk’un film çekme önerisini kabul etti ve efsane yıldız Cahide Sonku ile kameraların karşısına geçti. “Beklenen Şarkı” adlı bu filmi, daha sonra 18 film daha takip edecekti...
Çile para, para çile ne dilersen dile
Sıra artık sahnelere gelmişti. Küçük Çiftlik Gazinosu’nun sahibi Mahmut Alnar’ın “gecede 1.200 liralık” dudak uçuklatan teklifine evet dedi. Yıl 1954’tü ve bu paraya İstanbul’da hallice bir apartman satın alınabiliyordu. Ama ona “evet” dedirten, paranın büyüklüğü değil, artık halkın karşısına çıkmaya hazır bulunduğuna inanması olmuştu.
Günlerce çalıştı. Sahnede giyeceği kıyafetleri kendi çizdi, desen ve kumaşlarını kendi hazırladı. İlk beş şarkı için beyaz, daha sonrakiler için siyah ve bitiş için de bordo renkli bir frak…
Tarih 2 Mayıs 1955’ti. Türkiye’nin en ünlü saz sanatçılarıyla birlikte gece sahneye çıktı ve karşılaştığı sevgi yüzünden sabaha kadar da sahneden inemedi. Yıllar önce bir radyo programında ilk ışıklarını Türkiye’ye gönderen “Sanat Güneşi” şimdi bütün ihtişamı ile doğmuştu.
Sonra koltuğunun altındaki karpuzlara tiyatroyu da ekledi. Cüneyt Gökçer’in yönettiği “Çay ve Sempati”de rol aldı. Tiyatroda da elinin değdiği her sanat dalı dalı gibi başarının doruğuna çıktı. Oyun aylarca kapalı gişe oynandı.
1980’ler ve yorgunluk
Şarkılar, gazinolar, filmler. Güneş hızla yükselirken, bu kadar yorgunluğa dayanamayan “naçiz vücut” da yavaş yavaş “Oğlak Dönencesi”ne giriyor yani güneş, dünyadan uzak bir yörüngeye doğru yol almaya başlıyordu.
Damar tıkanıklığına bağlı şiddetli ağrılar, bir türlü dinmeyen yorgunluklar, kortizonlu ilaçlar yüzünden alınan kilolar...
Dinlenmesi lazımdı ama o çok sevdiği hayranlarından uzak kalamazdı. Antalya’daki antik Aspendos tiyatrosunda bir konser verme teklifini bu nedenle geri çeviremedi. Romalı gladyatörlerin uzak gölgelerinin dolaştığı sahnede, taş basamaklara oturan binlerce kişiye unutulmaz bir konser verdi. Bu da bir “ilk”ti. Kendisini ayakta alkışlayanlar, konserden sonra onun sedyeyle ve binbir zorlukla yatağına götürüldüğünü görmemişlerdi tabii.
Aynı yılın Haziran’ında Kuşadası’nda pırıl pırıl bir güneş altında dinlenirken, yorgun kalbi ona ilk hatırlatmayı yaptı. Kalbinde keskin bir sızı duyarak yere düştü. İzmir Üniversitesi Hastanesi’ne kaldırılışını hatırlıyamıyordu. Sonra Houston’a ünlü kalp doktoru De Bakey’e gitti. Kalbine giden üç damardan ikisi tıkalıydı. Şimdilik ameliyat yapılmayacaktı ama fazla kilolarından kurtulması şarttı. Herkesin bildiği çelik gibi iradesini ortaya koydu ve 54 gün boyunca neredeyse sadece su içerek tam 25 kilo vermeyi başardı.
Buğday başağı gibi bir “delikanlı” olarak Türkiye’ye döndü. Yorgun, kırık ve hasta kalbini dinlendirebileceği, çok sevdiği hayallerine sığınabileceği bir yer istiyordu. Bodrum’da bir yazlık ev kiraladı ve bir türlü uyum sağlayamadığı bu çirkin dünyadan kaçtı. Yerleştiği Bardakçı Koyu’nun adı Zeki Müren Koyu oldu.
“Bindokuzyüz bilmem kaç”
Hayat hikayesini yazdığı şiirindeki “Bindokuzyüz bilmemkaç”a doğru hızla yaklaşıyor ve bunu sadece kendisi biliyordu. O sarsılmaz iradesiyle istese bunu geciktirebilirdi. Ama istemiyordu. Yaşadığı acılar, karşılaştığı hoyrat vefasızlıklar, yedi püsküllü kalleşlikler, onu bıktırmıştı. “Bodrum’un sivil paşası” artık arada bir konuşuyor ve bu tek tük konuşmalarını “Her şey Allah’tan gelir”le bitiriyordu. Küskündü...
Küskündü ama hayranlarının karşısına son bir kez daha çıkma fikrinden de kendini alıkoyamıyordu. Kendisini Zeki Müren yapan TRT ile birlikte “Batmayan Güneş” adlı hayatının anlatıldığı belgeselde oynamayı da bu yüzden kabul etti.
Dişini sıkıp acılara karşı koydu ve belgeseli bitirdi. Ödül töreni TRT İzmir Stüdyoları’nda yapılacaktı. O, hayatla hesaplaşmasını çoktan bitirmişti ama başkaları bunu bilmiyordu. Çünkü söylememişti.
24 Eylül 1996 gecesi evdeki yardımcılarıyla vedalaştı ve kendisini stüdyoya götürecek minibüse bindi. Her gün almak zorunda olduğu sayısız ilacı içmemişti. Dışarıdakiler bunu da bilmiyordu. Minibüs İzmir’e doğru hareket ettiğinde “son yolculuk” da başlamıştı. Bunu da kendisinden başka kimse anlamadı.
Stüdyoda Ajda Pekkan ve Muazzez Ersoy’la yanyana oturdu. TRT’nin ona bir sürprizi vardı. 1951’de ilk şarkısını söylediği sırada kullandığı mikrofon hediye edilecekti kendisine.
Çok sevinmiş ve heyecanlanmıştı. Oturduğu koltuktan güçlükle ayağa kalktı. Zorlanarak sunucu Hülya Aydın’ın yanına gitti ve onun ellerine tutunarak ayakta durabildi. Bacakları titriyor, güzelim yüzü hızla soluyordu.
Mikrofonu eline aldı ve artık tükenmeye başlayan son gücüyle konuştu: “Bu, hayatımın en güzel hatırası olacak. Şimdi o yıllara iniyorum. Ağlayayım mı, güleyim mi inanın bilemiyorum efendim”.
Bunlar hayatındaki son cümleleri oldu. Yeniden koltuğuna oturdu ve bir anda fenalaşıp, kendini kaybetti. Stüdyoya çağrılan bir doktor hemen ilk müdahaleyi yaptı ama, “Sanat Güneş”i başka bir alemde yeniden doğmak üzere batmıştı artık. Ses sanatçısı, besteci, şair, ressam, film ve tiyatro artisti ama bütün bunların dışında dünya güzeli bir insan olan Zeki Müren, çileli yaşamını noktalamıştı...
Hayatı “Bir Yaz Yağmuru Gibi” geçivermişti. “Yoksun Bu Gece” diye üzülmüş, şarabı “Yine Zehrolmuş”tu. Aşklarını herkesten saklamış, sadece yalnız başına kaldığı gecelerde “Benim Güzel Manolyam” diye ağlamıştı uzaklardaki vefasız sevgilisine. İyi günlerinde kendisine gösterilen yalancı dostluklar “Yaprak Dökümü” gibiydi. Sahte sevgiler “Bir Tatlı Yalan”dı. Küsmüş ve kimseyi incitmemek için içine kapanmıştı. “Sonsuz Keder”i, ince ruhuna “Yaşamak Zevki Vermişti”. En büyük dostu olan çiçeklerle “Bir Demet Yasemen” diye konuşmuştu. Kendisini hep ağlatan sevgilisine hiç kırılmamış, “Bir Tatlı Tebessümün Bin Vuslata Bedeldir” diye seslenmişti. Ara sıra rastlayabildiği gerçek dostların gözleri ona “Bir Gönül Hikayesi “ anlatmıştı.
Ve o “Şimdi Uzaklardaydı”...
Böylesine içten, bu kadar duygu yüklü Zeki Müren yazı okumamıştım.