Evden çıktı. Güneşin ilk ışıkları altında pembe renkli pamuk helvalar gibi parıldayan karda kaymamaya çalışarak dikkatle yürüdü. Annesinin ve elbette diğer tüm komşu kadınların perde aralığından gizlice kendisine baktıklarını bildiği için omuzlarını dikleştirdi. Siyah pantolon, madeni düğmeli mavi ceket, sarı pelerin ve kırmızı kuşaklı trenci şapkasıyla ne kadar etkileyici göründüğünü biliyordu. Üzerindeki o kıyafetle istasyona doğru yürürken, kasabanın bütün kadınları ona bakacaktı.
Kendinden alabildiğine memnun bir şekilde kadınları düşünürken, yine o uğursuz soru aklına geldi ve bir anda yüzü asıldı. ‘Yeterince erkek miydi?’ Yaşadığı o talihsizlikten sonra bu soru beynini oyup duruyordu. Geçen yaz sevgilisiyle birlikte yakınlardaki bir kasabaya gitmişler ve o gece sevgilisinin akrabalarının evinde kalmışlardı. Elbette onlara ayrı odalar hazırlanmıştı ama gece herkes uyuduktan sonra kız gizlice yanına gelmiş ve üzerinde ne varsa hepsini çıkarıp, ona sarılıvermişti. O da aceleyle soyunup sevgilisine sarılmaya hazırlanırken, daha pantolonunu bile çıkaramadan her şey olup bitmişti. Tükenmişti. Daha sonra doktora anlatırken söylediği şekilde, ‘bir leylak gibi ansızın soluvermişti’.
İstasyona geldi. Çok sevdiği güvercinlerine yem vermekte olan şefini selamladı. O uğursuz soru yine beyninde dönüp durmaya başladı. Acaba ‘yeterince erkek miydi?’
Bunu biraz ileride elindeki kör bir bıçağı, bacaklarının arasına kıstırdığı beyaz bir tavşanın boynuna durmadan saplamakta olan istasyon şefinin eşine sormaya karar verdi. Saçları ağarmış kadının yanına gitti ve ona kendisinin ‘yeterince erkek olup olmadığını’ sordu. Kadın elindeki bıçağı tavşanın boynuna saplamayı sürdürerek, bunu anlayabilmek için onu incelemesi gerektiğini söyledi ve ölmüş olan tavşanı karların üzerine bırakıp, elini onun vücudunda dolaştırmaya başladı.
İstasyon şefinin eşinin giderek sertleşen elle muayenesinden biraz tedirgin oldu ama bir yandan da görevini yapmayı sürdürdü. İstasyona doğu ve batı yönünden gelen trenleri her zamanki gibi dikkatle inceledi. Doğu yönünden gelen bir yük katarı istasyonda biraz yavaşladı ve tahta vagonlardan birinden, dışarıya üç at leşi atıldıktan sonra katar yoluna devam etti. İstasyondan başka oynayacak bir yerleri olmadığı için hep orada bulunan bir çocuk sürüsü, hemen ölmüş atlara koştular. Atların bir kilise kubbesi kadar şişmiş karınlarına oturup, soğuktan kaskatı kesilmiş bir halde gökyüzüne doğru uzanan bacakları arasına uyduruk salıncaklar yaptılar. Biraz sonra da şarkı söyleyerek o tuhaf salıncaklarda sallanmaya koyuldular.
İstasyon şefi kollarını yukarı kaldırdı. Bütün o süslü püslü yüzlerce Polonya güvercini de üzerine konup onu tümüyle kapladı. İstasyon şefi, kıpır kıpır dalgalanan, güvercinden bir heykele döndü. Derken istasyon şefinin yardımcısı, telgraf memuru kızı kapının hemen önüne konulmuş büyük hareket masasının üzerine yatırdı. Kahkahalar atan kızın resmi üniformasının eteğini yukarı kaldırdı ve masa üzerinde bulunan resmi damgaların hepsini, sırayla kızın kalçasına yapıştırmaya başladı. Şef yardımcısı ‘kontrol edilmiştir’ mührünü de bastığı sırada, kasaba ilkokulunun öğrencileri marşlar söyleyerek, rayların kenarındaki yoldan uygun adım bir tören yürüyüşüyle geçtiler. İstasyonun hemen arkasındaki kiliseden çan sesleriyle ilahiler yükselirken, istasyon şefinin eşinin muayenesi bitti. Kadın, ‘yeterince erkeksiniz’ dedi ve uzaklaştı.
Rahatladı. Kadın istasyon binasında kaybolduktan sonra lacivert kadife yakasını yukarı kaldırdı, sarı pelerinini düzeltti ve yeniden trenleri gözlemeye başladı. İşte tam o sırada da ‘sıkı kontrol edilen trenler’ istasyona girdi. Bunlar, vagonlarının her birinde üçer tane korkunç görünüşlü Tiger tankı bulunan Alman trenleriydi ve gerçekten de sıkı bir şekilde kontrol edilmeliydiler…
Bunca akıl almaz şeyi, hepi topu üç beş sayfaya sığdırmayı başarıp, kelimelerle adeta görkemli bir sürrealist tablo çizen adam da rahatladı. İki litrelik kocaman bardağına çok sevdiği uçuk sarı biradan ağzına kadar doldurdu ve ara sıra soluklanarak, birayı lıkır lıkır içti. Daha sonraki yıllarda, o biraya kendi adının verileceğini, binlerce Çek gencinin, ‘Bohomil Hrabal’ markalı biradan başka bir şey içmeyeceğini, daha o sıralarda biliyor gibiydi sanki.
Jaroslav Hasek, Karel Çapek ve Milan Kundera ile birlikte Çek edebiyatının en büyük yazarlarından biri kabul edilen Bohumil Hrabal, Çekoslovakya Brno’da doğdu. Hukuk öğrenimi gördü ama bu öğrenimini meslek olarak pek kullanmadı. Alakasız işlerde çalıştı. 1950’lerde bir soğuk demir atölyesinde çalışırken, bir yandan da yazmaya başladı. Atölyedeki işçilerin çalışmaktan kaytarmak için uydurdukları gerçek dışı olayları öyküleştirdi. Bunları fantastik bir dille kaleme aldı ve ortaya çok sayıda gerçeküstü öykü çıktı. Çalışmadığı zamanlarda sürekli olarak gittiği ‘Altın Kaplan’ meyhanesinde, ülkede yaşayan Çek, Slovak, Macar, Romen, Çingene, Alman ve Avusturyalı işçinin anlattığı öyküleri dinleyip not tuttu. Onlara Nietzsche ve Schopenhauer'den yaptığı alıntıları kendi fikirleriymiş gibi anlattı. İşçiler bunu kuşkuyla karşılayınca, ‘Pepin’ adlı uydurmaca bir amca yarattı ve anlattıklarının bu ‘amcasına’ ait olduğunu söyledi. Çekoslovakya’da konuşulan çok sayıda dilin argosuyla süslediği ilk kitabı Dipteki Küçük İnci’yi 1963 yılına kadar bastıramadı. Çekoslovak Hükümeti, kitabı ‘fazlasıyla liberal’ bulmuştu. İşin ilginci, Çek liberalleri de kitabı beğenmediler ve Hrabal’ı ‘otomatik yazar’ diye eleştirdiler.
Sonra ünlü Sıkı Kontrol Edilen Trenler geldi. Hrabal bu kitapta, Çekoslovakya’nın sınır noktalarından birindeki küçücük bir tren istasyonunda geçen olayları anlattı görünüşte ama aslında İkinci Dünya Savaşı’nı anlatan en çarpıcı romanlardan birini yazdı. ‘Yeterince erkek olmadığını’ düşünen genç tren memuru, istasyon şefi ve oradan ölümcül Tiger tanklarıyla geçen Nazi işgal kuvvetlerini anlatırken, ustası olduğu sürrealizm ve hatta dadaizm akımlarından yararlandı. Çek yönetmen Jiri Menzel tarafından sinemaya uyarlanan Sıkı Kontrol Edilen Trenler, 1967’de ‘En İyi Yabancı Film Oscar’ını kazandı.
Sovyetler Birliği Çekoslovakya’yı 1968’de işgal ettikten bir süre sonra, birçok Çek yazarı gibi Hrabal’ın kitapları da yasaklandı. 1989’daki ‘Kadife Devrim’in ardından Bohumil Hrabal’ın kitapları yeniden piyasaya çıktı. Sadece bir ay içinde Hrabal’ın kitapları kendi ülkesinde üç milyon adet basıldı ve yirmi yedi yabancı dile çevrildi. Gürültülü Yalnızlık, Sıkı Kontrol Edilen Trenler kitapları birçok ülkede aylarca en çok satılanlar listesinde kaldı.
Bohomil Hrabal, sonraki yıllarda da Altın Kaplan meyhanesindeki sohbetlerini sürdürdü. Oradaki işçilere yine Nietzsche ve Schopenhauer'den ‘derlediği’ görüşleri anlatmaya devam etti. Adı, ünlü bir bira markasına verildi. 1994’te Çekoslovakya’yı ziyaret eden dönemin ABD Başkanı Bill Clinton da Altın Kaplan meyhanesine gitti ve burada yanında Çekoslovakya Devlet Başkanı Vaclav Havel bulunan Bohumil Hrabal ile görüştü. Clinton’u korumakla görevli gizli servis ajanlarını tanıyamayan ya da kasten öyle yapan Hrabal, onlara da ‘amcası Pepin’in öykülerini anlattı.
Kitaplarında tıpkı Jaroslav Haşek’in Aslan Asker Şvayk’ı gibi anti kahramanları, yoksul işçileri, askerliği sevmeyen askerleri, anarşistleri, şairleri, tutunamayanları, hep kaybedenleri anlatan Bohumil Hrabal, 3 Şubat 1997’de Prag’da tedavi gördüğü hastanede pencereden düşerek öldü. Yapılan resmi açıklamada, Hrabal’ın çok sevdiği güvercinleri beslemek için pencereden eğildiği sırada dengesini kaybederek düştüğü bildirildi. Nedir, birçok görgü tanığı da onun kendisini pencereden aşağı atarak intihar ettiğini söylediler.
Büyük şehirlerdeki gazeteler, onun ölüm haberini ‘Hrabal bir güvercin gibi asla geri dönmemek üzere uçtu’ diye verdiler. Aynı gün yayımlanan uzak taşra gazetelerinde ise, sınır boylarındaki küçücük bir istasyondan ‘sıkı kontrol edilen trenlerin’ geçtiği sırada, rayların kenarındaki yolda uygun adım yürüyen ilkokul çocuklarının ‘Bir Mayıs Çiçeğidir Prag Köprüsünde İpincecik Büyüyen’ diye o zamana kadar hiç duyulmamış tuhaf bir marş söylediğini yazdılar.
Gerçeğin ne olduğu anlaşılamadı…
Yorum Yazın