İsveçli yönetmen, Claes Olle Ruben Östlund’un, kara mizah ile dansından doğan bu arşivlik film, Hüzün Üçgeni(Triangle of Sadness), insanlığın, ateşi bulduğundan itibaren sözde, “ gelişme ve medenileşme” adı altında, aslında kendinden yani kendi özünden, ne derece saptığını ve bütün insanlık adına, kendisine ve birbiri ile paylaştığı tek ev olan dünya üzerinde ne de güzel ihanet ve kötülük batağına çakıldığının belki de en iyi versiyonu.
KüçükÇiftlik Film Kulübü katkılarıyla, Bahçe Sinemasında izleme şansını bulduğumuz;75.Cannes Film Festivalinde, En İyi Filmi olarak; Altın Palmiye’den daha da fazlalarını hak eden bu dahiyane film; izleyiciyi; yükselme ve tek derdi para kazanmak olan insanlığın, kendi yarattığı girdapların içinde şekilden şekle savruluşunu; sistem diye öne sürülen insan sömürüsünün kaynaklarını, çözüm önerilerinin altında yatan ana temelleri, insanın insana sömürüsünü, en ince ayrıntısına kadar sunuyor. Bizi en gösterişli mekânlardan yani podyumlardan alıp; yüksek popülarite, beğenilme iç güdüsü, beğenilmenin dayanılmaz cazibesi altında, para gücü ile çarptırması. Sözde yüksek elit tabakaları, o tabakların diğer insanlara nasıl da böcekten daha da kötü muamele edişini ve son tahlilde oyunun piyonları değiştiğinde, en alt tabakada olanların da aslında eninde sonunda kendi özünde yatan gerçekliği nasıl da hiç çekinmeden ortaya çıkaracağını açık ve net olarak sunmakta.
Final sonrasına doğru Oscar heykelini kapan Parazit(2019) filminin bazı sahnelerinden içimize doğan ve bu felsefe ağırlıklı, “insanlaşma”, mücadelesini yeniden hatırlatıyor.
Kesinlikle arşivlik olan, Hüzün Üçgeni, filmi iki mankenin yükselme arzusu ile başlıyor ve erkek (Harris Dickinson) olan kadın olana; sıradan kadın –erkek ilişkisi değil Yaya (Charlbi Dean), ben “Eşitlik” istiyorum; sana hayatta mankenlikten başka bir şey yapamayacağın ve bunun içinde yaşlı da olsa yeter ki zengin erkek olsun düşüncesini çürüteceğim ve sonunda tek aşkın ben olacağım” diye açılan ama finale doğru sistemin çarklarına takılan erkeğin güdüsel sapmaları ile yüzleştirirken. Diğer yanda çok izlenme oranına sahip popüler kimlikleri sebebi ile en elit insanlarla aynı gemide olabilme imkânı taşıyan bir çiftin, parasızlıkta değişebilecek yüzlerini ihtimal seçenekleri ile sunuyor. Sevdiği kadına nişan yüzüğü alabilme telaşında olan gencin basit bir yüzüğün lüks gemide 28.000 Euro olan fiyatına şaşkınlığındaki sessizliği mimiklerinde gizli. Bazılarının bir ömürlük hayatlarında bile ucundan, kıyısından geçemeyecekleri rakamlar, yaşantılar çırılçıplak ortada. Bu sevgi dolu ve sevmeyi öğrenmeye çalışan gençler, artık ileri yaşta ve paraya para demeyen, hatta görgüsüzlük boyutuna geçmeyi olağan gören; mesele Rus milyarder Dimitri’nin hayata bakışı, bok satarak, buralara geldim demesi, karısının jakuzi içinde iken tüm personeli “bırakın bugün işleri herkes deniz girecek, en son ne zaman denizde girdiniz” demesi üzerine personelin işini kaybetme riskinden dolayı çekimserliğine ise “korkma, Dimirti bu gemiyi satın alır” deyişi ile bütün mürettebatın ayarını bozması, fırtına ve o meşhur, gemi kaptanının konukları karşılama yemeğinde taçlanan, aslında tamamen pisliğe batmış insanların doymayan gözlerini hayranlıkla izletirken. Zirvesel o sahne; adeta bir senfoni müziği gibi geminin sallanan yüzeyinde, tüm lüks yemeklerin içinde yani “Yiyin beyler, yiyin kusana kadar yiyin” şeklini o kadar muazzam sahneliyor ki! O kareleri, yeniden yeniden,ekranı dondurarak izlemek gerek.
Sonunda batan geminin içinden yükselen, kurtulan ama ayakların baş olarak değiştiği ve itaatin ne şekilde evrildiğini, güçlü olanın neyle toplumu tuttuğunu, bir Rolex saat vaadi ile mutluluğu arayan, insana insan olduğunu için önem vermeyen egemen gücün çöküşünü, bir Asya’lının, yoksunluğundan yüceltiyor.
Yönetmen, tüm sistemleri gösteriyor. Komünizm, Liberalizm, Sosyalizm, Lenin, Stalini Regan, ne varsa dünyayı değiştirmeye ve insanlığı gerçek yüksek ferah konuma erdirmeye sözde yemin etmiş tüm öğretileri, uyandırma bakış açılarını sunuyor. Karl Marx’ı süzüyor. Kusanlar çoğalırken, kaptan ile kumar oynayan Dimitri’nin, gemi güvertesinin anonsundan söylediği: “Dikkat dikkat gemi batıyor. Bu gemi, Küba’ya gidiyor” gibi göndermeleri ile sözde komünist görünüp nasıl da paraya tamah edebilmiş olmanın tüm yüzlerini çırılçıplak sunuyor.
İnsanlığın, mağaralarda başlayan öyküsü, yine mağaralardan aslında hiç çıkamayışını, özünde kendini sevmeyen ve kendine yetmeyi bilmeyen, hayatı sadece tüketmek üzerine kurgulanmış ve bu çemberin dışında çıkmayı başaramamış insanlık dramı ile şekilleniyor.
Ve hikâye örgüsü tüm gemi mürettebatının paralı insanların şekil verdiği topluluğu sırf memnun edebilmek uğruna kendilerini işe odaklarken, ayaklarını zemine vura vura “Para, para” deyişleri ve alt kattaki mürettebatın tamamı Müslüman ve Asya’lılardan oluşan kısmı da ilginçti. Ve elbette Kaptan’ın sarhoşken ve gemisi dümenden çıkmışken; “Benim ülkem, İngiltere ile iş birliği yaparak sömürdü” diyerek, bütün sömürdüğü ülkelerin isimlerini tek tek saydığında, Rus milyarder Dimitri mikronu uzatır ve buradan tekrar et der.
Hiyerarşiler, aniden ters-yüz olan sınıfsal farklılıklar ile kurtuluşun bir bot ile olsa da zengin ama engelli bir Alman ile bağlantısı da birçok açıdan derin anlamlar, bir zamanlar mülteci politikaları ile sıkışıp kalmış siyasi güçleri de göstermesi açısından son derece ince ayrıntılarla bezenişi, mükemmellik oranını katlıyor.
Her karesi, başka bir film.
Muhakkak izleyin!
Yorum Yazın