Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın NATO’nun genişleme sürecine ilişkin 13 Mayıs’taki ilk açıklamasını dikkat çekici bulmuştum. Özelikle de Finlandiya’dan bahsetmeyip, İsveç ve Hollanda vurgusu yapmasını.
Merakım bunun bilinçli bir tavır olup olmadığıydı. Acaba devlet aklı, Finlandiya ve İsveç’i iki ayrı dosya olarak ele alarak, olumsuz tavrını ilkesel bir zemine mi oturtmaya karar vermişti?
Erdoğan’ın hemen ardından İbrahim Kalın’ın “kapıyı kapatmıyoruz” açıklaması ve PKK konusunda “özellikle İsveç’teki varlıkları ve Stockholm’ün tavrı” vurgusu, bu düşüncemi destekleyen ikinci adım oldu.
Hatta o akşam katılacağı canlı yayın öncesi beni arayan bir gazeteci dostumla Türkiye’nin bu iki ülkeyle ilgili farklı bir söylem ve yaklaşım geliştirmesinin mümkün olduğunu konuştuk. Türk dış politikası için İsveç ve Finlandiya iki farklı uçtu zira.
Ancak ardından gelen açıklamalar bu beklentimin sonu oldu.
***
İlk gün Türkiye’nin veto kartını ortaya koymasına ilkesel bir zemin bulup bulamayacağını konuşmuştuk. NATO’nun açık kapı politikasına karşı bugüne kadar ciddi bir argüman geliştirmemiş Türkiye için böyle bir zemini şimdi ortaya koymak pek de mümkün değildi. Üstelik her iki ülke 1994'te Barış için Ortaklık programı çerçevesinde NATO ile yakın ilişkiler kurmuş, hatta pek çok konuda adeta bir müttefik gibi hareket etmeye başlamışlardı.
Bir diğer önemli konu, 2019’da kullandığımız Baltık ülkeleri ve Polonya savunma planı vetosuydu.
Türkiye’nin “NATO’nun YPG'yi terör örgütü olarak kabul etmesi” şartına bağladığı vetosunu çok da etkili olmayan bazı tavizler sonucu kaldırması, NATO koridorlarında hala sıcak bir başlık. Türkiye’nin “bugünkü gibi gergin olmayan bir ortamda” test ettiği pazarlık gücünün çok da fazla olmadığı ya da AKP iktidarınca gereğince kullanılamadığı ortadaydı.
Çabuk unutuyoruz. O günlerde de F-35’lerden ambargolara pek çok konunun masada olduğu, “dünya liderinin” bir kez daha en tecrübeli lider olarak ön plana çıktığı coşkusu pompalanmıştı bazı çevrelerce. Sonunda ne kazandık belli değil. Önemli de değil. Bugün bazılarının aynı coşkulu başlıkları atabilmesinin nedeni de bu.
***
Türkiye için İsveç ve Finlandiya’yı aynı potada değerlendirmek, özellikle Avrupa Birliği ile ilişkilerinde adeta ayağına sıkması gibi bir şey.
Finlandiya ilginç bir şekilde Türkiye için hep bir dost eli olageldi. Türkiye – Finlandiya ilişkileri daima belirli bir seviyenin üzerinde kaldı. Bu ilişkinin en somut sonucu 1999 Helsinki Zirvesi’ydi. Türkiye'nin AB adaylığı resmen onaylanırken, tüm diplomatlar Finlandiya’nın yapıcı katkılarının altını çizmekten kendilerini alamamışlardı.
Finlandiya’nın AB dönem başkanlıkları Türk hariciyesi için her daim bir nefes alma fırsatı yarattı. İki ülkenin BM Arabuluculuk Girişimi gibi önemli bir projede birlikte yer alması da altı çizilmesi gereken bir diğer önemli başlık.
İki ülke arasındaki bu ilginç ilişkiyi genç bir gazeteci olarak rahmetli İsmail Cem ile yaptığımız bir Helsinki ziyaretinde konuşmuştuk. İsmail Cem dönemin Dışişleri Bakanı sıfatıyla “bizi gerçekten anlamaya çalışan diplomatlara konuşmak çok rahatlatıcı” diye anlatmıştı içerideki görüşmelerini. Fince ve Türkçe’nin aynı Ural-Altay dil ailesine mensup olmasının “konuşabilmemizdeki” etkisini tartışmıştık. Bir diğer diplomat arkadaş, Türklerle Finler arasındaki pek çok benzer kültürel noktayı aktarmıştı Esplanadi Park’taki turumuzda.
Evet, Finlandiya’nın Türkiye’deki demokrasi ve insan hakları başta pek çok konudaki eleştirel duruşu bir realite. PKK/YPG konusunda da masum olduğunu iddia etmek pek mümkün değil. Ama bu konularda Türkiye’nin başını ağrıtan ülkeler listesinde en altlarda olduğunu da kabul etmek gerekli.
***
İsveç ise bambaşka bir örnek.
Stockholm’ün PKK/YPG'ye ilişkin yaklaşımı ve TSK’nın sınır ötesi operasyonlarına ilişkin tavırları sıkça ciddi gerilimlere neden oluyor. Suriye operasyonları sırasında Türk Büyükelçisini çağırıp yaptırım tehdidi savuran bir ülke söz konusu olan. İsveç Dışişleri Bakanı Ann Linde'nin 2020'de YPG yöneticilerini kabul etmesi ve tabii son Türkiye ziyareti sırasında Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ile canlı yayındaki atışması en sıcak örnekler. PKK operasyonlarında ele geçirilen İsveç menşeli silah ve mayınlar da Türk basınının yıllardır en sevdiği başlıklardan.
Kısacası Finlandiya ve İsveç iki ayrı tavrın temsilcileri Türkiye ile ilişkilerde.
Erdoğan’ın ilk açıklamalarının ardından Finlandiya’dan gelen yapıcı söyleme karşın İsveç’in “NATO’nun ağır abileri” temalı küstah yanıtı aslında üstteki satırların en net özeti.
***
Başta söylediğim gibi, ilk açıklamalardan sonra beklentim, Türkiye’nin Finlandiya ile İsveç arasında net bir ayrım yapacağı, bu iki ülkenin katılımında farklı tavır takınacağı, Finlandiya konusunda olumlu-yapıcı davranırken, İsveç üzerinden PKK/YPG hassasiyetini ve yaptırımlar/ambargolar rahatsızlığını ön plana çıkaracağı şeklindeydi.
Bu Türkiye’ye ilkesel bir itiraz pozisyonu kazandıracağı gibi, Finlandiya üzerinden tüm dünyaya verilecek “nasıl dost oluruz” mesajı anlamına gelebilirdi. Öyle ki diplomasinin süslü vurguları kullanılarak, son dönemde S. Arabistan, BAE ve hatta İsrail’le başlatılan yeni diplomatik süreç dahi ön plana çıkarılabilirdi.
İki ülke arasında yapılacak bu ayrım, NATO içinde bir süredir en üst perdeden dile getirilen Türkiye – Rusya ilişkileri sıkıntısına da bir cevap olabilirdi.
Ne yazık ki bu fırsat şimdilik kaçırıldı.
Üstelik Avrupa’da bizi gerçekten anlamaya çalışan birkaç nadir ülkeden birini küstürme pahasına.
Veto kartını çıkarları için kullanan bir ülke konumuna getirilme pahasına.
Ve Rusya’yla ilişkileri daha net sorgulanan, güvenilir müttefiklik konumu tartışılan bir ülke haline gelme pahasına.
***
Cumhurbaşkanı Erdoğan, sonunda “ikna” edileceğini bilmesine rağmen Batılı ülkelerin sınırlarını test etmeyi çok seviyor. Bu süreci iç politikada zafer gibi algılatmayı da iyi biliyor. Bugünkü çıkışlarını böyle okumak lazım. Zira bu sürecin sonunda Erdoğan’ın bir kere ikna edileceğini tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok.
Tıpkı 2011’de “NATO’nun ne işi var Libya’da?” çıkışından sadece 3 hafta sonra ‘NATO, Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmelidir’ noktasına geldiği gibi.
Ya da Hazreti Muhammed karikatürlerine “basın özgürlüğü” çerçevesinde sahip çıkan Danimarka Başbakanı Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliği sürecinde olduğu gibi.
Ve tabi NATO’nun üyesi olmayan İsrail’i korumayı amaçlayan Füze Kalkanı Projesine “one minute” diyemediği gibi.
Keşke bu kez, bu kaçınılmaz ikna sürecinde, Helsinki’deki bulgurdan olmasaydık.
Güzel bir yazı, oldukça bilgilendim.