İşte yine Paris’teyiz. Akşam saatleri. Arabanın penceresinden dışarıya bakıyorum. Sokakları ve yayaları seyrediyorum. Yağmur yağıyor. Sokak lambaları ışıltılı bir Paris akşamını gösteriyor. Her yer bir ışık denizi içinde yüzüyor. Apartmanlar, kahvehaneler, lokantalar, katedraller, köprüler, nehirden geçen gemiler. Hepsi de parlak bir ışıkla yanıyor.
“Oysa bizim içimiz kapkara” diye düşünüyorum. Araba sarsılarak ilerliyor. Maria Nikolayevna’nın karşısındaki açılır kapanır iskemlede oturuyorum. Onun güzel ama yorgun yüzüne bakıyorum ve “oysa bizim içimiz kapkara” diye düşünüyorum. Bizim içimiz karanlık. Işıklarımız çoktan sönmüş ve bir daha da asla yanmayacak. Ömrümüzün sonuna kadar birinden ötekine savrulacağımız bu yabancı şehirlerin ışıklarına bakıp duracağız ve bizim karanlığımız daha da artacak.
Işıktan kamaşan gözlerimi, arabanın içine çeviriyorum. Maria Nikolayevna’ya bakıyorum yeniden. Sessizce, sözcüksüz, cümlesiz, sadece bakışlarımızla konuşuyoruz. “Karanlıktayız çünkü bizim bir kökümüz yok, köklerimiz kesildi” diyor bana. “Sadece suretlerimizi gezdiriyoruz, yorgun gövdelerimizin sürüklediği bir gölgemiz bile yok “ diye cevap veriyorum ona. “Işığın olmadığı yerde gölge nasıl olsun” diyor bana gözleri.
Roquette sokağına sapıyoruz. Söylememe gerek yok elbette. Bizim evin bulunduğu Roquette, onu kesen öteki iki sokak, ortasında bir anıt bulunan sessiz meydan ve meydanın sağındaki pastane ile solundaki yan yana sıralanmış o üç kahvehane de ışıklar içinde.
Araba, giriş kapısı iyice aydınlatılmış apartmanımızın önünde duruyor. Yavaşça iniyoruz. Nersessov, sürücünün ücretini ödüyor. Biraz sarhoş. Sürücüye “hiç aşık oldunuz mu Taneçka” diye soruyor. Gülüşüyoruz. Nersessov bunu Rusça soruyor çünkü ve Fransız sürücü de hiçbir şey anlamıyor elbette.
Adımlarımızı sürükleyerek içeriye giriyoruz. Sanki bize inat olsun ya da içimizdeki karanlık biraz azalsın diye fazlaca aydınlatılmış olan basamakları yorgunca tırmanıyoruz. Dairelerin kapılarından yemek kokuları, gülüşmeler ve şarkı sesleri geliyor. Alkolik ve işsiz müzisyenin yaşadığı daireden, Korsakov’un prelüdünün ilk akorları yükseliyor. Duymamaya çalışıyoruz. Sadece Nersessov, çok kısa bir an için Şehrazat’ın girişinden bir şeyler mırıldanıyor.
Dairemizin kapısındayız şimdi. Pavel Fedoroviç, cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açıyor. Lahana turşusu, votka ve tütün kokularının yükseldiği salona doğru ilerliyoruz. Loş ışıklı salonda on kişi kadar var. Kimileri kağıt oynuyor. Ötekiler köşedeki beyaz koltuklara yerleşmişler alçak sesle bir şeyler konuşuyor. Lialia Disman, halının üzerine attığı iki mindere uzanmış, elindeki kitaptan Ahmatova’nın şiirlerinden birini yüksek sesle okuyor.
Kırmızı yanaklı genç piyanist, Chopin çalıyor ama ritmi hep kaçırıyor. Olsun, hiç kimse bunun farkında değil ki nasıl olsa. Piyaniste bakıyorum. Sürgün onu da nasıl hızla değiştirdi? Paris’te bize ilk katıldığında, üzerinde askeri bir ceket, sakallar ve ‘kupetz’ tarzındaki uzun saçlarıyla ne kadar da tipik bir Rus’tu? Oysa şimdi saçlarını yandan ayırmış, numarasız camlı bir kelebek gözlük takmış, en gülüncü de ayakkabılarının üzerine açık gri renkli ve parlak düğmeli tozluklar giymiş.
Biraz daha lahana turşusu, elma kurusu ve votka getirmek için mutfağa gidiyorum. Bitişikteki küçük odada, heykeltıraş Anastasia Georgievna bebeğini göğsüne bastırıp emziriyor ve ona, “Tri-ta-taski tri-ta-tish” diye eski bir Rus ninnisi söylüyor. Eşiyle birlikte Finlandiya sınırından geçmek isterken, milisler eşini vurmuş. Kaçabilen Anastasia bebeğini burada doğurdu ve şimdi de ona “bu daha ilk, ikincide göreceksin” diyor. Gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum. Bizim bir yarınımız yok ve ne yazık ki geçmişimiz de birer kum tanesi gibi ellerimizin arasından hızla kayıp, karanlık bir boşluğa savruluyor.
Tabak ve bardaklarla yeniden salona dönüyorum. Piyanist şimdi Çaykovski çalıyor. Nikolayevna’nın beyaz, siyah ve turuncu lekeli kocaman kedisini kucağına almış olan Lialia Disman, ansızın “Çaykovski eşcinsel olduğu için mi bu kadar lirik besteler yapabildi” diye soruyor. Sessizlik. Sonra herkes hep birden konuşmaya başlıyor. Herkes bağıra çağıra Rusça konuşup, fikirlerini söylemeye çalışıyor.
Aslında kimsenin bu konuyla bir ilgisi yok. Hepimiz bu bahaneyle Rusça konuşmak istiyoruz. Dilimizi unutmamak istiyoruz çünkü. Rusya’yı unutmamak, kesilmiş olduğunu hanidir bildiğimiz kökümüzün dil denen bu en büyük parçasını biraz olsun yeşertebiliriz diye umutlanmak istiyoruz çünkü. Karanlıktan kurtulmak istiyoruz çünkü.
Sabaha kadar ana dilimizi konuşuyoruz. Rusçayı St. Petersburg ağzıyla, Moskova varoşları ağzıyla, Volga boyları ağzıyla konuşuyoruz. Tatar, Kırgız, Türkmen, Gürcü, Ermeni ve Ukraynalıların konuştukları Rusçanın iyice abartılmış taklitlerini yapıyoruz. Rusçanın tadını çıkartıyoruz. Şarkılar söylüyor, ağlıyor ve gülüyoruz.
Sabah oluyor. Paris sokaklarının ışıkları sönüyor. Oysa bizim içimizde uzak Petersburg’un ışıkları yavaşça yanar gibi oluyor şimdi. Biliyoruz. O ışıklar gerçekte asla yanmayacak ve biz hep bir karanlıkta yaşayacağız ama bir sürgünün asla umutsuz olmaması gerektiğini de biliyoruz…
Yaşamının büyük bir bölümünü vatanından uzakta, çeşitli ülkelerde bir sürgün olarak geçiren Rus asıllı ABD’li yazar Nina Berberova’nın duygularını, kendi yaptığım bu kurguyla anlatmaya çalıştım size. Berberova büyük bir edebiyatçı olarak bu duyguları çok daha görkemli ve duygulu olarak anlattı elbette. Büyüklü küçüklü tüm romanlarında, öykülerinde ve şiirlerinde hep vatanından ayrı kalmış bir insanın neler hissettiğini, “köksüzlük” duygusunun insanları nasıl kapkara bir karanlık içine yuvarladığını yazdı.
Tam adıyla Nina Nikolaevna Berberova, 26 Temmuz 1901’de Rusya’da St. Petersburg’da doğdu. Babası Nikola Ivanoviç Berberov, Maliye Bakanlığı’nda görevli bir Ermeniydi. Nina, varlıklı bir ailenin tek kızı olarak iyi bir öğrenim gördü.
Şiirleri çeşitli dergilerde yayımlandı. 1917 Devrimi’nden sonra Bolşeviklerin ‘ılımlı’ diye nitelendirip, Rusya’dan çıkarılmasını kararlaştırdığı entelektüel, sanatçı ve edebiyatçıların arasında Nina da vardı. Bunu öğrenen Berberova, Haziran 1922’de şair Vladislav Khodasevich’le birlikte Rusya’dan ayrıldı. İki şair Berlin’e gittiler. Sonraki üç yıl boyunca Berberova ile Khodasevich, Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde kırk iki değişik evde yaşadılar.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Paris Nazi tehdidi altına girince Berberova bu kez ABD’ye göç etti. New York’ta günlük işlerde çalıştıktan sonra, Çehov Yayınevi’nde editör oldu. Bu işi bulmasına, sonradan Başkan Kennedy ile evlenecek olan ve o sıralarda gazetecilik yapan Jacqueline Kennedy Onassis de yardım etti.
Öykü, şiir, roman, oyun, biyografi, çeviri ve söyleşiler yazan Berberova, ilk başlarda ‘batı’ edebiyat dünyasında adını pek duyuramadı. Çaykovski’nin hayatını anlattığı biyografi kitabı ise ilgiyle karşılandı. Berberova bu kitapta yer yer Çaykovski’nin eşcinselliğini de anlatıyordu ve bu okuyucular ile eleştirmenlerin merakını uyandırmıştı.
ABD vatandaşlığına geçtikten sonra 1989’da Glasnost döneminde Rusya’ya giden Berberova, yaşamı boyunca özlemini çektiği ana vatanında fazla uzun bir süre kalmadı. St. Petersburg’da bir süre kaldıktan sonra yeniden ABD’ye döndü. Gazetecilere, “her şey öylesine değişmişti ki, orada köklerimi bulamadım, zaten böyle bir umudum da yoktu çünkü onlar benim ayrıldığım gün kesilmişti” dedi.
Kara Acı, Astaçev Paris’te, Uşak ile Yosma, Eşlik Eden ve Mozart’ın Dirilişi adlı kitapları Türkçeye de çevrilen Nina Berberova, 26 Eylül 1993’te Filadelfiya’da yaşamı boyunca acısını çektiği ‘köksüzlüğünü’ noktaladı.
Ana diline aşıktı ve hasta yatağında kendisine bakan Meksika asıllı hemşireye Rusça “teşekkür ederim fıstık” demişti hem de belki bin kere...
Yorum Yazın