Evet Reis Bey. Ömrüm suyu aramakla geçti diyebilirim. Edirne’nin en kenar mahallelerinden birinde doğup büyüdüm. Sırp, Bulgar, Rum, Yahudi ve Müslüman mezarlıkları bizim doğal oyun alanlarımızdı. Bu tuhaf oyun alanlarında çetecilik oynardık. Oyunda isimlerimiz hep Yanko Kaptan, Petko Voyvoda olurdu. Çünkü öykündüğümüz çetecilerin hemen hepsi Bulgar ya da Rumdu. Mahalle mektebine başladığımda ve duvardaki Osmanlı İmparatorluğu haritalarını gördüğümde, hep buna benzer şeyler düşündüm. Biz kimdik? Dinimiz Müslümandı ama soyumuz neydi? Aynı mahalleyi paylaştığımız Hıristiyan çocuklar Rum, Sırp, Bulgar olduklarını söylüyorlardı. Biz ise susuyorduk çünkü o çocukların söylediği manada kim olduğumuzu bilmiyorduk.
Suyu aramaya böyle başladım işte.
Daha sonra gittiğim Muallim Mektebi’nde okuduğum kitaplarda bir ‘Turan’dan bahsediliyordu. Bizim Türk olduğumuz ve neredeyse Orta Asya’nın tamamının da Türklerden oluştuğu, bütün bu milyonlarca Türk’ün ortak vatanının işte bu Turan denen yer olduğu söyleniyordu. Kalbim artık bu yeni duygularla çarpıyordu. Çölde su görünmüştü.
Birinci Dünya Harbi başlayıp, gönüllü olarak savaş cephesine yollandığımda, inançlı bir ‘Turancı’ idim. Cepheye giderken bu yüzden neşeliydim. Samimi bir Turancı olarak, efsanevi Turan ülkesinin eşiği olan Kafkasya’da çarpışacağıma ve orayı kurtardıktan sonra ‘Ötüken’e doğru yol alacağıma inanıyor ve buna çok seviniyordum.
Muhterem Hakim Bey. İstanbul’dan ayrıldıktan tam 40 gün sonra Munzur dağındaki cepheye ulaştım. Orada askerlerle kaldığım zaman içinde Anadolu insanını tanıdım. Onlar, dinlerini, milliyetlerini, devletlerini bilmeyen insanlardı. Siz Türksünüz dediğimde hep bir ağızdan ‘estağfurullah’ diyorlardı çünkü Türk olmak onlar için kötü bir şeydi ve bunu kabul etmiyorlardı. Harbin ayrıntılarını anlatmayacağım. Dövüştük. Öldük, öldürdük. Kasım 1918’de Başkumandan Vekili Enver Paşa ‘Mütareke olacaktır. Ateş kesiniz’ diye emir verdi. Çöktük, dağıldık. Turan hayali yıkıldı. Bulduğumu sandığım suyu kaybetmiştim…
Terhis olduktan sonra İstanbul’a döndüm. Azerbaycan Türkiye’den öğretmen istemişti. Ben de gittim. Baku’da öğretmenlik yaptım. Hayır Reis Bey. Baku’da İranlı Sitare ile yaşadığım aşkın bu mahkemede yeri olduğunu sanmıyorum. Mahzun yüzlü, güzel bir kadındı.Yıldız yağmurlu gecelerde, Hazer’in kıyısında Fuzuli ve Ömer Hayyam’dan dizeler okurduk. Boynu ve elleri zerdali kokardı. Yaşandı ve bitti...
Gürcistan ve Azerbaycan’da biraz daha kaldıktan sonra Türkiye’den gelen ve daha önceden mektuplaştığımız iki arkadaşla birlikte Moskova’ya gitmek üzere Batum’da buluştuk. Arkadaşlardan biri şairdi ve adı Nazım Hikmet’ti. Öteki arkadaşın adı da Vala Nurettin’di. O da daha sonraları adını Va-Nu diye kısalttı.
Yüzlerce Çinli, Hindistanlı, Afrikalı, Latin Amerikalı öğrenciyle birlikte Moskova Üniversitesi’ne kaydolduk. Ben iktisat okuyacaktım. Nazım ile Va-Nu arkadaşlar ise dünya edebiyatı derslerini seçtiler. Lahana çorbası ve darı lapası yiyerek geçirdiğimiz o günlerde Radek, Buharin, Zinovyef hatta Troçki gibi ihtilal ünlüleriyle tanıştık.
Öteki öğrencilerle pek kaynaşamayınca Nazım’ın teklifiyle kendi aramızda bir ‘gizli’ hücre kurduk. Üç kişiden yani bizlerden ibaret olan bu gizli hücrenin reisi de Nazım’dı elbette. Nazım bazen bana takılır ve ‘sen bir köylüsün, mülkiyet budalası bir köylü’ deyip bana ceza verirdi. Ceza, bir türkü okumaktı. Bir Rumeli türküsü tuttururdum ve o iki metre boyundaki dev gibi Nazım’ın, öksüz bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağladığını görürdüm.
Bu arada, Moskova’da gördüklerim beni yavaş yavaş sosyalizmden uzaklaştırdı. Üst yönetimde kanlı iktidar kavgaları yaşanıyordu. Suyu yeniden aramanın zamanı gelmişti. 1923 yılı sonunda Odesa’dan kalkan Krasnodar gemisine bindim ve suyu aramaktan vazgeçmemiş biri olarak İstanbul’a ayak bastım. Beşiktaş’ta öğretmenliğe başladım. Okuldan sonra Aydınlık Mecmuası’na gidiyor ve ülkenin kalkınmasında uygulanacak iktisadi sistem hakkında yazılar yazıyordum.
İlk tevkif edilişim de bu yazılar yüzünden oldu zaten. Benim teklif ettiğim iktisadi usüllerin Bolşevik usülleri olduğu söylendi ve tevkif edildik. Ankara İstiklal Mahkemesi’nde Doktor Şefik Hüsnü, Vedat Nedim, Hasan Ali, Nazım Hikmet, Doktor Hikmet Kıvılcımlı ve daha bir çok kişi yargılandık. Bana on yıl verdiler. Bu arada, bazılarının Atatürk inkilaplarını zerre kadar anlamadığını, bunu bir şekil değişikliğinden ibaret olduğunu zannettiklerini çok gariptir, ben İstiklal Mahkemesi’nde yargılanırken anladım. Bir keresinde mahkeme reisi, ifademin bir yerinde miladi takvimle 1923 dedim diye bana kızdı, hicri takvim kullanmamı emretti. O gün büyük bir hayal kırıklığı yaşadım.
Afyonkarahisar’da cezamı çekmeye başladım. Burada ‘Çağdaş Türkiye’nin İktisadi Gelişme Sorunları’ kitabımı yazdım.Bir iki yıl sonra af çıktı. Ankara’ya geldim. Öğretmenliğe başladım. Bu arada Yakup Kadri, Vedat Nedim, Burhan Belge gibi arkadaşlarla İnkılap ve Kadro dergisini yayımlıyorduk. Kısaca ‘Kadro’ diye anılan bu dergide yazdıklarımızın amacı, Türk inkılabının niteliği ve bir inkılap ideolojisinin ilkelerini ortaya koymaktı. Atatürk’e ve onun ihtilaline inanmayanlar hemen karşımıza çıktılar. Bize kadrocular adını taktılar. Bize komünist, faşist hatta nihilist bile dediler. En acısı da eski yoldaşların düzmece iddialarla bizi ihbar etmeleri oldu.
Evet Reis Bey. Bu ihbarlar yüzünden sık sık yargılandım. Hatta bir keresinde düpedüz idamla muhakeme edildim. Uğruna bu kadar çile çektiğim ülkemde bana yöneltilen bu gaddarlıklar, her seferinde yeniden suyu aramama yol açtı. Atatürk’ü tek adam olarak gördüm ve ‘Tek Adam’ı yazdım. Daha sonra fikirlerinden etkilendiğim İsmet İnönü için ‘İkinci Adam’ kitabını yazınca benimle alay ettiler. ‘Hani Atatürk tek adamdı’ dediler. Gocunmadım. Bu arada kendimi yani ‘Suyu Arayan Adam’ı da yazdım.
Ne buyurdunuz Reis Bey? Suyu bulup bulamadığımı mı sordunuz?
Şevket Süreyya Aydemir adlı sanığın, hakimin bu sorusuna verdiği cevap, o sırada baş gösteren bir gürültü yüzünden duyulamadı ve mahkeme zabıtlarına da işlenemedi…
uyu arayan adamın Şevket Süreyya’nın, çocukluğunun Edirne’sinde bir yangınla başlayan, 1950 seçimlerinden sonra bir gün sonra, bir vekiller heyeti kararıyla işinden ayrıldığı tarihler asasında 20. yüzyılın ilk yarısında geçen hikayesi; mensubu olduğu toplumun da hikayesidir. Bu biyografiyi daha lise yıllarında Nihal Atsız’ın Ömer Seyfettin’in kitapları yanında ilk defa üniversiteli kuzenim okumamı önerisi üzerine Ergenekon anıları bölümünün sonuna kadar okumuştum. ikincisinde ise Üniversitede iken tartıştığımız, Cumhuriyetin ilk döneminde değişen dünya siyasi iklime bağlı olarak liberal kapitalizmden umudunu kestiği, müdehaleci ekonomiye evrildiği yıllarda aldığı rolle ilgil “İnkilap ve Kadro” bölümü oldu. Lemi Özgen’in bu yazısı vesilesiyle aklımda kalan “Epiktetos'un kandili“ bölümüne de bir defa daha göz attım. *************** Anlaşılan Şevket Süreyya’nın, memuriyette aldığı görevleri nedeniyle zaman zaman istihareye çekildiği, Ankara’nın doğusunda Elmadağ eteklerindeki Kayaş semtinde kimsenin bilmediği bir sığınağı vardır. Emekli edildikten sonra oraya geldiğinde, bir Ege gezisi sırasında Hiyerapolis harabeleri yanında küçük parçalar satan meraklı bir köylünün getirdiği şeyler arasında satın aldığı küçük bir kandile “Epiktetos'un kandili “ adını verdiği; Roma döneminde orada yaşayan düşünürle konuşurmuş gibi kandilin titrek ışığında kendiyle hesaplaşır: ”Hikâyem bir yangınla başlamıştı. Ama şimdi serin bir su başındayım. Ağaçların gölgelediği, çiçeklerin açtığı, kuşların ötüştüğü bir su başında. Hatta şimdi bana öyle geliyor ki, bü tün ömrüm boyunca aradığım su, belki de buydu. Bu su, bazen masum bir hayal, bazen bir gençlik rüyası, bazen ideal, bazen aşk şeklinde beni arkasından koşturdu. Ba zen onu kaybettim. Bazen buldum sandım. Ama onu her zaman aradım. Bu arayışta aldanışlarım da, inanışlarım kadar güzeldi. Epiktetos haklı: «— Huzurun bir pahası var.» Evet, onu ödemek lazım. Benim ödediğim paha, hayatımın hepsidir. Ama bundan üzgün değilim. Ödediğim bedel, ulaştığım kaynak için çok değildir. Çünkü bu kaynağın başında ben, yıllar yılı kaybettiğim en değerli şeyi, yani kendimi buldum.” Der. *********** Lemi Ağabeye bir defa daha teşekkürler. Bu yazısıyla beni de, bir defa daha içinden geçtiğim vasatla buluşturdu!