Bir arkadaş hatırlattı. Ayvalar olgunlaşmış. Üstelik bu yıl ayva ürünü oldukça bolmuş. Kısaca, bolca ayva yiyeceğiz gibi görünüyor.
Çok severdim ayva tatlısını. Birkaç karanfil ve ayva çekirdeği de haşlanma suyuna konulursa, rayihasına, kokusuna, tadına bayılırdım. Şimdi yiyemiyorum, uzun yıllar emek vererek aldığım fazla kilolar, biraz da genetik faktör sayesinde, şeker hastalığı durağına park ettim vesselam.
Olsun. Ayvayı yine de çok severim. Öyle ille de “ekmek ayvası” olması da gerekmez, her tür ayvayı meyve olarak yemeyi çok severim. Ulusal sporumuz zaten. Her yıl olmasa bile birkaç yılda bir ulus olarak ayvayı iyi yeriz zaten.
Döviz kuru ile Merkez Bankası politika faizi arasındaki ilişkiyi ülkemizde 8-10 yaşındaki çocuklar bile her yıl birkaç kez deneyimlediğimizi görüp, tartışmaları işitip öğrendi artık. Öğrenmeyen ya da öğrenmek istemeyenler var ki yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan tartışmasının bir benzerini faiz oranı ve enflasyon, döviz kuru ve ekonomik göstergeler arasında araştırmaya devam ediyorlar. Konu halbuki basit. Döviz kuru yükselirse, imalat ve ulaşım sektöründe dolayısıyla üretim ve tüketiciye ulaştırma maliyetler artar, ister sanayi ister tarımsal olsun ürünün maliyetine yansıyan maliyet artışı fiyatlara, üstelik beklenti enflasyonu da eklenerek, ilave edilir.
Sonuç marketlerde görev yapan genç arkadaşlar haftada birkaç kez ürün etiketlerini değiştirmekten yoruldukları şikayetine yol açar. Kısaca, enerji başta girdi maliyetlerindeki artış ekonominin her sektöründe hem toptan, hem de tüketici fiyatlarına yansır. Kısaca, bu yolla enflasyon değil, ancak devletin dolaylı vergi geliri artabilir. Ne zamana kadar? Stagflasyon denilen piyasada bolluğa rağmen talebin durması dediğimiz aşamayla tanışıncaya kadar.
Merkez Bankasındaki son görev değişiklikleri politika faizindeki ciddi düşüşün işaretiydi ama ekonomiden biraz anlayanlar 50 puandan fazla indirim yapılamayacağını, böyle bir adımın çok ciddi sonuçları olacağını uyarmalarına rağmen, 200 puanlık bir indirim ile döviz kurunun yelkenleri dolduruldu, TL serbest düşüşe geçti.
Bu gidişat hiç hoş değil. Her ne kadar siyasi iktidar “kriz” sözcüğünü pek sevmese de, çok ciddi bir krize yuvarlanmaya başladı Türkiye. Ancak bu bile yetmezmiş, daha da korkuncunu davet ediyoruz şimdi.
Kim nasıl değerlendirirse değerlendirsin, bir büyükelçi bulunduğu ülkenin iç işleriyle ilgili yorumda veya talepte bulunamaz. Büyükelçiler yetkilerini aşmışlardır ve yaptıkları asla kabul edilemez. Ancak, büyükelçiler tek başlarına hareket etmemişlerdir. Başkentlerinden talimat almadan böyle bir adımı atamazlar. Bu büyükelçileri, diplomasideki en büyük cezalandırma metodu olan “persona non grata” yani istenmeyen kişi ilan edilmesi ikili ve çok taraflı ilişkilerde çok uzun vadeli bir krizin gelişine sebep olacaktır.
Bilmem farkında mıyız? 1960’lardan bu yana Türkiye kaç büyükelçi veya üst düzey diplomatı istenmeyen adam ilan etmiştir? Sadece üç ve inanın bu bile çok ciddi bir rakamdır. 1986’da Libya büyükelçisi, yine 1986’da Suriye büyükelçiliği müsteşarı ve 1989’da da İran büyükelçisi istenmeyen adam ilan edilmişti. Şimdi ise 10 büyükelçiden bahsediyoruz. Kimler bunlar?
Bu on ülke ile çeşitli açılardan ortak, müttefik, çok özel ilişki içinde veya her şeye rağmen “özel stratejik müttefik” durumu var Türkiye’nin. Bir arkadaş hatırlattı bu özel durumu. On ülkenin onu da OECD üyesi. Onun yedisi NATO müttefikimiz. Altısı hala daha girmeyi herhalde düşünmediğimiz AB üyesi olmakla birlikte en fazla ticaret ve doğrudan yatırım aldığımız devletler. Beş tanesi Türk ekonomisinin en önde gelen ortakları. Görsek de görmesek de, farkında olmamaya çalışsak bile dördü dünyanın en gelişmişleri kulübü G-7 üyesi. Hatırlamak acı verecek ama ikisi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyesi sıfatıyla veto gücüne sahip. Ve son olarak da ABD, her şeye rağmen Türkiye’nin en çok şikayet ettiği, en fazla destek beklediği, en fazla hor gören, en fazla nefret edilen ama nedense en fazla da sevilen ABD.
Bu yazı yazılırken istenmeyen adam ilan etme konusunda Dışişleri Bakanlığının başarısız ikna çabaları henüz devam ediyordu. Başaracaklarını hiç zannetmiyorum. Ancak, böyle tarihi bir hatayı engelleyemeyen bakanın da “başaramadım” deyip istifa etmesini de maalesef beklemiyorum.
Dolayısıyla 10 Batılı büyükelçinin özelde Osman Kavala’nın bir an önce davasının sonlandırılarak serbest bırakılması talebi, genelde ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının yerine getirilmesi gerektiği uyarısı aslında Türkiye ile Batı dünyası arasında şimdiye kadar gördüğümüzden çok daha ciddi bir krizin tetikleyicisi olabilir.
Günümüz uluslararası ilişkilerinde artık aksi kocanın apartman komşularına “benim evime karışamazsınız. Girmeyin koca ile karının arasına” savunması kabul edilebilir değil. Aksine, günümüz dünyası temel insan haklarının “korunması” görevini “insanlığın ortak sorumluluğu” olarak kabul ediyor. Korunma hakkı, temel insan haklarından yararlanma hakkı, yaşama hakkı gibi kavramlar belli coğrafyaların, belli insan gruplarının değil, tüm insanlığın hakları ve korunması için tüm devletler, özellikle AİHM gibi uluslararası mahkemeler ve kurumlar görevli.
Büyükelçilerin ortak açıklaması bir de bu çerçeveden değerlendirilmelidir. Yarın başka ülkelerin büyükelçilikleri, başka uluslararası kuruluşlar da benzer açıklamaları yapacaklar, bu kriz büyüyecektir.
Neyse, şimdi ayva mevsimi...
Yorum Yazın