Aslında çarşıdaki öteki üç beş oyuncakçı dükkanından bir farkı yoktu o dükkanın. Rengi solmuş krepon kağıtları, kedi minareleriyle sözüm ona süslenmiş ufak bir vitrin. Sağda solda tahtadan yapılmış fırıldaklar, allı güllü elişinden rüzgar gülleri, biraz daha ötede lacivert ya da siyah lastikten toplar. Su kabağına benzeyen hacıyatmazlar. Yurt dışından geldiği için vitrinin en görülür yanına kondurulmuş meşin top. Şimdiki tabirle ithal malı…
Nazilli basmaları, Sümerbank pamukluları ve Hereke divitleri satan “Yerli Mallar Mağazası”; çizgili mektup kağıdı, sabit kalemler satan kırtasiyeci; şeker ve sakızları babamızın hesabına yazdırabilmek için yalvar yakar olduğumuz bakkal ve de “cizlavet” marka lastik ayakkabı ticareti yapan ufak bir dükkan…
Tozlu vitrinde çoğu topraktan, birazı camdan yapılmış misketler. Zıpzıplar, sarı madenden fırdöndüler. Rengarenk tahta beşikler, kaba kaba yatan ve gözleri falan açılmayan kız ve erkek bebekler. Mumdan yapılmış ördekler. Lastiği bitene kadar yüzebilen “kurmalı” kayıklar. Duvarları mavi “sinek kağıtlarıyla” kaplı sözümona oyuncakçı dükkanının varı yoğu buydu işte, tıpkı diğer oyuncakçılar gibi.
Sonra uzun ve birbirinin aynı sıkıcılığında ve renksiz aylar biter, okul tatil olurdu. İşte o zaman bizim mütevazı oyuncakçı dükkanı bir anda biz çocukların ötekilerden daha fazla ziyaret ettiği bir yer haline gelirdi.
Bıkıp usanmadan her gün dükkanın önüne koşturur ve saman kağıda kurşun kalemle acemice yazılmış o ilanın asılıp asılmadığını kollardık.
Ve bir sabah, belki de geçen yazdan kalma o kağıt parçasının vitrine yapıştırıldığını görür, çocuk kalplerimiz heyecandan gümbür gümbür atarak eve koşardık.
Kağıt parçasında iki kelime yazardı sadece: “Topaçlar geldi”
Bu iki kelime yeterdi işte. Bizler için topaç zamanı başlardı. Öteki oyuncakçılara da gelirdi ama şimşir topaç sadece bizim o kıytırık dükkanda satılırdı. Bir tek o getirirdi o solgun topaçların arasında pırıl pırıl parlayan o büyük şimşir topaçları.
Eyüp’deki tahtadan türlü çeşitli çocuk oyuncağı yapan ustalar, fiyatları ve renkleri ayrı dört çeşit topaç üretirlerdi. Küçücük el tezgahlarında; şimşir, gürgen, damarlı çam ve en ucuz dayanıksız kavak ağacından topaçlar.
Bütün bir yıl o küçücük harçlıklarımızdan para biriktirmiş olmamız da yetmezdi o şimşir topaçlara sahip olmaya. Çünkü şimşir az bulunan ve dayanıklı bir ağaç olduğundan bu topaçlardan az yapılır, bizim oyuncakçıya da az sayıda gelirdi.
Dükkana o kağıdın ne zaman asılacağını her gün kollamamız bundandı işte. Çünkü sinirli dükkancı parasını peşin verip önceden topaç ayırtmaya yanaşmazdı. Çıngıraklı kapıyı açıp içeri girer ve oyuncakçının tezgahın üzerine dizdiği altı yedi şimşir topacı seçmeye koyulurduk. Hepsi bir tornadan çıkmışlardı ama biz biraz daha ağırını, biraz daha biçimli olanını, azıcık daha büyük olanını seçebilmek için itişir, didişirdik.
Şöyle gözümüze göre, süt gibi damarsız, çatlağı olmayan birini seçtikten sonra koşa koşa eve. Merasim daha yeni başlamış olurdu çünkü. Evde o şimşir topaç tel fırçayla güzelce fırçalanır, hiçbir pürüzü kalmadıktan sonra gomalakla cilalanır ve bal sarısı bir renk alıncaya kadar güneşte kurumaya bırakılırdı. Sonra ucundaki sıradan çivi bir kerpetenle, özenle çıkartılır; buradaki boşluk uygun tahtalarla doldurulduktan sonra, ayakkabı tamircisinden alınmış pırıl pırıl kabara çakılırdı.
İş bitmezdi. O acımasız topaç oyununda kısa sürede ‘öldürülmemesi’ için iri bir kabara da tepesine çakılır, bunun altına da o zamanki ortası delik 2,5 kuruşluklardan birinin yapıştırılması unutulmazdı. Topaç düpedüz zırhlandırılırdı yani. Sonra boyama aşamasına geçilirdi. Yeni boya almak için paramız olmadığından evde kapı, pencere boyamak için alınmış yağlı boyalardan hangisi kalmışsa, artık ya düz beyaz, mavi ya da kırmızı, veya şanslıysak rengarenk olurdu o şimşir topaçlar.
Topacı döndürmek için gerekli olan kaytanı da unutmayalım. Bunlar sıkıca örülmüş iki üç katlı pamuk iplerdi. Beyaz olurlardı ve renkleri kirlendikçe rica minnet annelere yıkatılırdı.
Kaytanın uzunluğunu iyi ayarlamak çok önemliydi. Gereğinden kısa veya uzun ipler topacı istenen hızda döndürmez ve oyun kaybetmeye sebep olurdu. Kaytanın ucunun iyice düğümlenmesi de lazımdı ki, boşalıp topu döndüremezlik etmesin.
Bütün bu hazırlıklar tamamlandıktan sonra da acımasız bir topaç savaşı başlardı ki, Hayber Kalesi Cengi kaç para? O zamanlar pek bol olan boş arsalardan birine kireç parçasıyla kocaman bir daire çizilir ve “savaşçılar” ellerinde pırıl pırıl parlayan topaçlarıyla “er meydanı”na çıkarlardı. Önce seyirciyi canlandırmak ve rakiplere gözdağı vermek için bir topaç döndürme yarışına girilirdi. Kaytan topaca sıkıca sarılır, hızla çekilen ip şimşir topacı toprakta fırıl fırıl döndürmeye başlardı. Toprak zeminde önce değişik yönlerde bir iki salınım yapan topaç, sonra belli bir noktada hızla dönmeye başlardı. Öyle hızlı dönerdi ki renkleri bir ışık tayfı gibi beyaz, mavi pırıltılar saçardı.
Gösterinin bu noktasında sahibi topacın yanına diz çöker ve ustaca açtığı parmaklarının arasından topacı usulca eline alırdı. Topaç, sahibinin avucunda da hızla dönmesini sürdürür ve sahibi de onu seyircilerin kulaklarına doğru tutarak nasıl vınladığını dinletirdi.
Sonra da savaş başlardı. Oyuncular daha önceden belirlenmiş bir sıraya göre topaçlarını daire içinde döndürmeye başlardı. Sonrakiler de bu topaçları nişan alarak onlara kendi topaçlarını çarptırmaya ve dairenin dışına çıkarmaya çalışırlardı. Dışarıya çıkan topaçlar bunu başaran yeni sahiplerinin malı olurdu artık.
İşin en acıklı yanı da oyunun bu aşamasında gerçekleşirdi. Dışardan hızla döndürülerek kurşun gibi fırlatılan bir topaç, daire içinde dönmekte olan topaca öyle bir çarpardı ki, zavallıcık oracıkta ortadan ikiye ayrılıverirdi.
Böyle bir sonuca uğrayan çocuk gözyaşlarını tutamaz ve utancından, sonraki topaç savaşlarını çok uzaktan izlemeye çalışırdı.
Daha sonra büyüyünce çok karşılaşacağı gerçek yenilgilerin küçük bir örneğini ilk kez görmüş olurdu çünkü…
Yorum Yazın