İnsanların hayatlarına bazen çok özel insanlar girer ki işte tam o noktada, kendinizi gerçekten şanslı hissedersiniz.
Henüz yirmili yaşlarımın başında tanıştığım, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşımızda kendilerinin Akaretler’deki annesinin evinde kalan, birincisi rahmetli Bay Nikolay Dimitriyef.
İkincisi, TRT eski spikerlerinden Özcan Atamert ve erkek kardeşi de eski Milli Basketbolcu, Erdoğan Karabelen ki, kendileri koskoca Daniş Karabelen Paşanın çocukları.
Üçüncü ve yaşayan efsane, gazeteci ve tarihçi Orhan Karaveli.
Üçünün de ortak noktası ATATÜRK!
Üçü de çocukken tanışmış. Ama onlardan, hiç görmediğimiz bir Atatürk’ü dinlerken bile tarifi zor, zarafet ve bilgelik akıyor. Konuşma, üslup kadar saygı ve sevgideki akış başka.
Haliyle geçtiğimiz günlerde düşüp, kaburgalarını kıran ve daha yeni yeni ayağa kalkmaya başlayan çok sevgili Orhan Karaveli’nin, Dr. Tuncay Özverim ile ziyaretine gidişimiz, bizi çok onurlandırdı ve hepimizi mutlu etti. Dr. Tuncay Özverim’in yeni ve ilk kitabı “Nazım, Vera, İstanbul” üzerine düşünü bu kez İstanbul, Ataköy’de Orhan Karaveli’nin neredeyse altmış yıldır yaşadığı mekânlarda yeniden büyüttük. Bahçede oturduk, bir yanımızda Nazım bir yanımızda Vera ve karşımızda bizi seven tüm dostlar…
Orhan Karaveli; yeleği üzerinde, beyaz ayakkabıları ve beyaz gömleği ile bütünleşmiş bir taze gül gibi yürüyor. Yardımcıları Gürcistan asıllı Zeynep Hanım laf arasında bana “Siz geleceksiniz diye kalktı duş aldı, traş oldu, giyindi” diyor; zarafete bakın. Bu insan, Allah ömür versin doksan bir yaşında ve hastalıktan yeni kalkmış! Kaşla, göz arasında iki eski dost birbirleri ile şakalaşıyorlar; Tuncay Bey, sımsıkı elini tuttuğu Orhan Bey’e, yıllar sonra bulduğu aşkı anlatıyor, Orhan Bey diyor ki:
İyi de azizim, bu sakallar ne? Kes, onları. Hanımefendiye alerji yapar!
Bir filmden öte ve güzel, kenarda izliyorum onları. Sonra Orhan Karaveli ile Adnan Binyazar’ı tanıştıran, Tuncay Bey, “Adnan Beyi de görmek istiyordum ama kendisi İzmir’de ve dönmedi sanırım” derken telefon çalıyor, Adnan Bey arıyor. Ben, daha ne isteyeyim. Aynı gazetede yazılarımız denk gelince, sevincimi anlatamadığım ve gerçekten çok sevdiğim, önce çok kıymetli bir öğretmen ve sonra yazar ötesi ve de sevgi insanı. Yeni İstanbul’a geldiğini, çok yorgun ve tansiyon ile sıkıntıları olduğunu ve 2 Ağustos tarihinde Almanya’ya geri döneceğini, başka bir vakit görüşebileceğimizi iletiyor. Sevgilerini sunuyor her birimize ama ona da çözüm bulacağız ilerleyen saatlerde.
Sevgili Orhan Beyin doğum günü değil ama biz birlikteliğimizi, sağlığımızı, aklımızı, sevgimizi ve Atatürk’ümüzü ve Nazım’ımızı ve güzel tüm yürekleri kutluyoruz, meyveli pastamızla. Orhan Bey, ne kadar mutlu! Yüzünde bir yandan lafı açıldıkça eşinin rahatsızlığının, altmış yılı birlikte geçirdik, derken endişe ve hüznü... Aynı oranda “Bunu tekrar edebilecek miyiz? Pek sanmıyorum” derken, hüznü.
Bahçe güzel, her şey güzel ama yaşanmışlıklar, tecrübeler şu an ülkemizin yaşadığı kaoslar derinden etkiliyor bu güzel yürekleri. Sözler, anlatımlarda bunun üzerine hep haliyle.
İLHAN'SIZ, OKTAY'SIZ BİR ORHAN DÜŞÜNMEZDİM!
Söz, tabi ki Nazım’a gelince kayıt da aldım. Kayıt sırasında çok duygulanıyor, ara vererek çektik ve bunu yani birazdan yazacaklarımı en sona saklamış. Bizim bilmemiz, zaten söylenmeden de bazı şeyleri görev edinmemiz normal, o yüzden buradayız. Yine de Tuncay Bey, Zeynep Hanım şahit, onların yanında bana “Ben ileride olmayacağım ve senden bir ricam olacak. Bir gün ihtiyaç halinde, çünkü ben Nazım’ın yanında olan tek kişiydim, onu sen yaz, bunu senden özellikle istirham edeceğim” dedi.
Şöyle devam etti, “İçimden ağlamak geliyor” diyerek, başlayıp adeta şiir gibi konuşmasında, Nazım Hikmet ile birebir karşılaşmış, yaşamış tek kişi olarak:
“Yurdunu, yurdunun insanlarını, yurdunun her şeyini bu kadar eksilmez bir hasretle seven bir insana yapılanlar her Türk vatandaşını derinden etkileyecek niteliktedir. Bunu bir nebze telafi edebilmek için son altmış yıldır elimden geleni yapıyorum ama ne yazık ki sonuç alamıyorum. Acaba neden? Bu kadar milletini seven bir insanın kendi yurdunda uyumasına neden izin verilmiyor? Onu bizzat tanımış, dostu olmuş biri olarak paylaşıyorum bunları, altmış yılda biraz kıpırdanma olsun. En azından Nazım’ın kemikleri gelsin, onun kemikleri bizlerle uyusun. Bizim gülmelerimizi, sevinçlerimizi duysun. Bu konuda kendimi borçlu hissediyorum. Siyaseti de kültürü de herkes kadar bilirim, birkaç yıl önce Sayın Kılıçdaroğlu, beni arayarak 'Gayretlerinizi yakın takip ediyorum, Sayın Karaveli ve bilin ki biz iktidara geldiğimizde yapacağımız işlerden ve hatta ilk işlerden biri olarak Rusya’dan kemiklerinin getirilip, burada Gezi Parkına bir anıt ve içine kemiklerini getirmektir' dedi. Bunu bizzat bana ifade etti ve ben de birçok gerekli yerde paylaştım, ilettim. Buradan da herkese bir kez daha teşekkür etmek istiyorum”
“Ben şeref basın kartımı, şu an Cumhuriyet Gazetesini kurtaran başındaki kişiden aldım, sen biliyorsun” diyor, bana Orhan Bey. Evet, Alev Hocam diyorum. Alev Coşkun, “Ve burada Adnan Binyazar’dan başka dostum yok. O da Almanya’ya gitti. Hiç ummazdım İlhan Selçuk’ suz, Oktay Akbal’sız bir yaşamı. Galatasaray Lisesinden, Hukuk Fakültesinden bir tane arkadaşım yok. Onun için Rusya’da beraber gidip takıldığımız, o dönemin seçkin insanlarının geldiği yerde bir gün Nazım düştü, kollarımın arasına yorgundu kalbi.
Dedi ki bana: Öldüğüme yanmam da, buralarda gömerler, ona yanarım.
Sizler Nazım’ı biliyor ve seviyorsunuz ama o yeni yazdığı şiirleri bir elini benim sol omzuma koyar diğer ayağını da o zaman tahta tabureler vardı, oraya dayayarak okurdu. Bunu anlatmak, bu duyguyu bu dostu, sevgiyi anlatmak mümkün değil. O yüzden içim acıyor, onu orada hasret bıraktık. Bak, siz geldiniz ama bir daha yapabilecek miyiz? Buna pek emin değilim. Ömrüm yeter mi? Bilmiyorum. Ama beni çok mutlu ettiniz!”
Tuncay Bey hemen söze giriyor: Kesin yapacağız!
Orhan Karaveli: Ama bu hanımefendi olmadan olmaz!
Ortam duygu sağanağı, Ataköy’deki sitenin bahçesine girerken fıskiyeler çalışıyor ve resmen bir güzel yağmura yakalanmıştık. Ben “Rain on the rain” der demez, Tuncay Bey “Singing in the rain”, Fred Astaire oluverdim, birden dedi. Orhan Bey, gülümsüyor. Üçümüzün de üstü sırılsıklam ama çok mutluyuz. İki oğullarına “Orhan” adını vermiş, bu güzel iki İstanbul beyefendisinin arasında, bir Orhan ve Atatürk kızı olarak serpilirken “İkinizin arasında dilek dileyeyim” diyorum.
Ne dilediğimi artık malumdur!
Güzel günler göreceğiz, göreceğiz ama yapacakta çok işimiz var!
Ne çok anlatmak ve ne çok sevmek!
Gün, burada bitmedi tabii buradan apar topar ayaküstü koşturmalı, evleri bulamamalı, Ataköy 9 ve 11 arasında bol mekik dokumalı, Ataköy bahçelerinde tıpkı Fransa’daki Lüksemburg bahçelerinde kaybolmuş gibi Adnan Binyazar’ın evine ulaşmak. Düşünün taksi bile yoruldu. Bir harf hatası bizi oradan oraya sürükledi. Ama sonunda siteyi bulup, açılmaz kapıları bir şekilde açıp beş katı çıkıp döndükten sonra beni merakla bekleyen Tuncay Bey ve taksi şoförü bey, araç dışına çıkmış, ben yeşil bahçeler içinden çıkarken resmen, Havalimanı Terminalde bekleniyor gibiydim. Bu da güzel!
Sonra kıyamadı bana Tuncay Bey, iki soluk almaya Yeşilyurt Kulübü'ne geçtik ve hayatımın dönüm noktalarından, beni derinden üzmüş bir anı, kül olup uçtu, gitti. Gitmişti zaten ama insan umursamadığını ve artık bir şey ifade etmediğini, yıllar yıllar sonra ne kadar da mutlu olabileceğini, hem de ne güzelliklerle, aynı mekânda olabildiğinin şükrü içinde daldım gittim, denize.
Tuncay Bey, o kadar çevresi dostu, hatırı sayılır gazeteci dostları olmasına rağmen üstelik hepsi benden yaşça büyük, burada kimse kıskanmasın lütfen. Dedi ki: İstanbul’a gelsem, kiminle oturup konuşmak istersin, yine Emel Hanım, derdim.
Bir dünya da güzel dostlar, insanlar biriktirmek kadar değerli bir şey yok.
Kırıldığınız yerden doğrultuveriyorlar, ansızın.
İyi ki varlar!
Sevgili Tuncay Beyefendinin çok sık kullandığı bir kelimedir:
“Çok güzel!.. Çok güzel!..”
Ömürleri, sağlıkları daim ve kuvvetli olsun! Başımızda olsunlar hep!
Bu yazı burada bitmiyor, elbette.
Daha Almanya’ya dönmeden Adnan Binyazar ve eşi ile randevumuz var!
Hayati Asılyazıcı vasiyet bıraktı, Orhan Karaveli’de, yüklerim ağır. Her şeyden önce Atatürk’üme borcum, beni yetiştiren aileme, kendime, toplumuma karşı sorumluluklarım var.
Ve bir bakıma bu yükler aslında beni güçlü kılan. Onlar olmadan ben nasıl olurdum ki?
Sözümüzü, büyük şair Nazım ve onun yaşayan tek dostu, gazeteci Orhan Karaveli’nin 9 Ağustos 1960 tarihinde, tanışma anı anıları ile bitirelim.
“Kocaman bir mutluluk dalgası yüzüne yayılırken uzun parmaklı iri elleriyle omuzlarımdan yakaladı. Bir an, tek kelime bile söylemeden sarılıp yanaklarımdan öpmek ister gibi bir hareket yaptı. Sanırım, öylesine bir kucaklaşmaya hazırlıklı olmadığımı fark ederek biraz duraladı ama dostça uzattığım eli avuçları içinde tutarak nefes nefese: ‘Merhaba!.. Binlerce merhaba!’ dedi..."
Yorum Yazın