Türkiye’nin NATO’nun ağababası sayılan, ABD ile arasındaki sorunlar malum. NATO müttefiki olan AB ülkeleri ve ABD arasında pek çok cephede yaşanan krizler de dünya kamuoyunun malumu. ABD, hegemonik, çifte standartlı ne kelime ultra standartlı, böl yönet açılımlarıyla coğrafyamızı kasıp kavurmaya devam ediyor. Yazımda ABD’nin bize yönelik politikalarını, NATO’nun yeni dünya düzeninde kendi varlığı ve ülkemiz açısından ortaya çıkan açmazlarını inceleyeceğim.
Soğuk Savaşın bitmesinin ardından gerek uluslararası ilişkiler gerekse Avrupa siyasetindeki on yıllık geçiş süreci olarak yorumlayabileceğimiz 1990-2000 döneminde yaşanan gelişmelerin sonucunda, dünya 21. Yüzyılda siyaset, ekonomi, güvenlik gibi birçok başlıkta yeni meydan okumalarla karşı karşıya kalmıştır. Büyük insani, kültürel ve sosyolojik yıkımların yaşandığı dünya savaşlarının ardından kolektif güvenlik anlayışının ağırlık kazanması bağlamında Doğu ve Batı bloğu ülkeleri NATO ve Varşova Paktı özelinde güvenliklerini sağlama almışlardı. SSCB’nin dağılması ve Soğuk Savaşın sona ermesiyle beraber her ne kadar Varşova Paktı miladını doldurduysa da NATO da işlevsizleşti ve tartışmalara açık bir konuma geldi. Çünkü günümüz dünyası çok kutuplu; Kuzey Amerika, Avrupa, Doğu Asya, Güney Doğu Asya, Rusya, Çin, Hindistan. Uzun bir dönem hem otoriter devletlerin ve hem de demokrasileri benimseyenlerin birlikte yaşayacakları karmaşık bir yamalı bohça görünümünde adeta.
Türkiye, NATO için önemli diye düşünüyoruz, neden mi? Çünkü, Türkiye coğrafi olarak NATO'nun güney kanadında ama NATO'nun tam merkezinde. Bu nedenle Türkiye kendisinin vazgeçilmez olduğunu düşünüyor ancak ABD tarafında ise Türkiye’ye kendisiyle ilişkisinin asimetrik olduğunu ispatlamaya yönelik, patronun kim olduğunu gösterelim biçiminde bir antipatik davranış biçimi sergilendiğini görüyoruz. Özellikle Joe Biden’ın kendisinin, ekibinin açıklamaları ve baskı unsuru olarak kullandıkları düşünce kuruluşlarının raporları kendisini demokrasi havarisi olarak sayan ABD’nin, seçilerek gelmek konusunda ödün vermeyen ama Türkiye’nin seçilmişlerini de görmek istememesi açısından kabul edilemez boyutlarda. Bu düşünce kuruluşlarının başında Brookings Enstitüsü geliyor ve yayınladıkları son rapora göre ‘Türk hükümeti ABD'yi bir müttefik olmaktan çok stratejik bir tehdit olarak görüyor ve Washington'da artan çoğunluk Türkiye'ye aynı şekilde bakıyor.’ Türkiye, özellikle 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından müttefiki olarak gördüğü ABD’den hiçbir destek bulamazken, Putin’in Türkiye’ye kararlı desteği, siyaseti Türkiye açısından farklı mecralara taşıdı.
Ayrıca NATO’nun iç siyaset tartışmalarında ciddi saçmalamalar yaşanıyor. Son dönemde hemen hiçbir sorunda Türkiye’nin yanında yer almayan NATO’da Türkiye’nin ‘veto’ etme hakkının elinden alınması bile gündeme gelmiş durumda. Yine ABD kaynaklı düşünce kuruluşu Brookings Enstitüsü tarafından açıklanan raporda “NATO’nun yapısı işi zorlaştıracak olsa da üye ülkeler, Ankara’nın veto gücünü kötüye kullanmasını önleyecek mekanizmalar hakkında ciddi düşünmeye başlamalı” ifadeleri yer aldı. Türkiye'nin 18 Şubat 1952 tarihinden itibaren NATO üyesi olduğu ve kuruluşundan bugüne kadar NATO'ya önemli katkılar sağladığı adeta göz ardı edilircesine… Millî Savunma Bakanlığı'nda (MSB) düzenlenen basın toplantısında konuşan MSB Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği, Plan, Koordinasyon ve Analiz Şube Müdürü Piyade Albay Olcay Denizer tarafından yapılan açıklamaya göre; “NATO'nun ikinci büyük ordusuna sahip Türkiye, ortak fonlara en fazla katkı sağlayan ülkelerden biridir. Türkiye, 5’inci Madde kapsamında harbe hazır, muharebe tecrübesi yüksek, modern ve teknolojik donanıma sahip silahlı kuvvetleri ile NATO harekât ve misyonlarına katkı bağlamında ilk 5 ülke arasında yer almaktadır” dedi. Türkiye’nin Afganistan, Kosova, Bosna Hersek ve Irak’ta ve Akdeniz ve Karadeniz’deki NATO misyonlarına katkısı da göz ardı edilemez.’ diye devam etti.
Türkiye, ABD açısından önemli ama ABD’nin en büyük endişeleri Rusya ve Çin. ABD’nin yeni dünya düzeninde Çin’e karşı blok olarak Avustralya, Japonya ve Hindistan ile ittifak yapmaya çalıştığını gözlemliyoruz. ABD’nin, 15 Temmuz Darbe Girişimi travması olsun, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin haklılığının uluslararası hukuka uygunluğu olsun, Suriye sınırında PKK’den devşirdiği YPG ile sözde Esad’a karşı çıkarlarını korurken yeni bir Kürt devleti kurdurmasını son derece manidar bulduğumu söylemeliyim. Diplomasi sanatının ehil ustaları bu satırlarımı okuduklarında burun kıvırsalar da sokaktaki vatandaşın, kamuoyunun algısı bu yönde. Türkiye’nin ulusal, milli haklarını gözeten proaktif dış siyasete dönmüş olması nedense muhalefet partileri dahil kaygıyla ve esefle izleniyor. Gara’daki Pençe Kartal 2 Operasyonu’nda rehinelerin öldürülmesinden hain terör örgütü PKK’nin sorumlu olduğu ABD Dışişleri Bakanı Blinken tarafından teyit edildi. Ancak mesela Kılıçdaroğlu, reklamını yapmam! diye PKK adını telaffuz etmiyor ve rehine operasyonlarının zorluğunun farkında değilmişcesine bileti hain terör örgütüne kesemiyor. Türkiye’nin oyun kuruculuğuna izin verilmek asla ve kat’a istenmiyor. Oysa bütün bu harekatlar Türk insanı için milli meseleler ve askerlerimiz daimî olarak sahada. Muhalif kanadın bu sahiplenemeyişleri, sırf muhalefet etmek için, milli menfaatlerimize şuursuz yaklaşımları vatandaşın zihninde soru işaretleri bırakıyor.
Bu geçiş evresinden hızla çıkıyoruz. Bölgelerin kendi içinde dünyalar olduğu, dünyanın karmaşıklaştığı, eski düzenin alt üst edilmesi gereği ortaya çıkıyor. Küreselleşme, tek kutuplu dünya siyaseti yerine çok kutupluluk ürettiğinden bu dünyadaki çatışma maalesef Türkiye’nin bulunduğu coğrafi konum gereği ciddi güvenlik riskleri barındırıyor. Afganistan, Irak, Suriye, İran, İsrail, Lübnan, Mısır, Yunanistan… Neredeyse patlamak üzere bir bombanın tam ortasında yer alan Türkiye’nin; demokrasi, hukukun üstünlüğü, ekonomik dinamizm ve birlikte yaşama yoluyla içeride ne kadar güçlüyse, proaktif dış politikasında o kadar etkili olacağına inanıyorum.
Yorum Yazın