Türkiye’yi yönetenlerin laik, demokratik, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin karşı karşıya olduğu açık ve yakın tehdide karşı gerekli önlemleri almalarını beklemek her Türk vatandaşının hakkı, yönetenlerin de birinci görevidir.
2002 yılından ancak özellikle son seçimlerden bu yana yaşanan gelişmelerin ışığında, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının, Türk milletinin desteği ile kurdukları laik, demokratik, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin içte ve dışta içinde bulunduğu durumun, doğru ve gerçekçi bir değerlendirilmesinin yapılmasının yaşamsal ve en öncellikli konu olduğunu düşünüyorum.
Anayasasında, demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti, diğer bir değişle çağdaş ve uygar bir ülke olduğu ifade edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin içte ve dışta, kısaca aşağıdaki şekilde özetlenebilecek büyük bir tehditle karşı karşıya olduğu görülüyor.
Bu yakın ve açık tehdit, Türkiye Cumhuriyeti’nin, başta laik ve çağdaş eğitim kurumları ve devletin bekası için vazgeçilmez olan şanlı Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere, temel kuruluş değerlerini ve kurumlarını hedef alan karşı devrim girişimlerinin eriştiği boyuttan kaynaklanmaktadır.
Osmanlı Devleti nasıl çöktü?
Yakın tarihimiz bize, Osmanlı Devleti’nin çökmesinde ve emperyalist devletler tarafından parçalanarak, paylaşılma aşamasına gelmesinde, her başarısızlığın “dinden ayrılma” nedeni ile açıklanmasının ve devletin din kuralları ile yönetilmesinin dayatılmasının başat rol oynadığını göstermektedir.
Bu yaklaşım, Osmanlı Devleti’nin, çağın değişimlerini görememesine, algılayamamasına; sanayi ve teknoloji devrimini kaçırmasına yol açmıştır. Osmanlı Devletini çökerten o yaklaşıma ve günlere geri dönülmekte olduğu izlenimini veren, başta laik eğitimden ayrılma adımları olmak üzere, hızlanan ve yaygınlaşan karşı devrim girişimlerinin, bu kez de Türkiye Cumhuriyeti’nin yok olmasına yol açması olasılığının, son kamuoyu araştırmalarının da gösterdiği gibi, çok küçük bir grup dışında, toplumda derin endişe yarattığı görülmektedir.
Kuruluş değerlerinin ve kurumların çöküşü.
Tarihi zaferlerle dolu, tüm dünyayı önünde eğilmek zorunda bırakan Milli Mücadele’yi/Bağımsızlık Savaşı’nı, tüm olumsuz koşullara ve yokluklara karşın yapan ve zafere ulaştıran Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, tarikat ve cemaatler aracılığı ile içten yıkılması girişimleri de aynı derecede endişe ile izlenen bir gelişmedir.
Bu girişimlerin, Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler tarafından gereği gibi ve yeterince anlaşılamadığı, ciddiye alınmadığı hatta cesaretlendirildiği izlenimini veren açıklamalar ve etkinlikler, Türk Milleti’nin, Cumhuriyet’e ve onun değerlerine bağlı çok büyük bölümündeki endişeleri daha da artırmaktadır.
Bu gelişmelere, son günlerde bir milletvekili için iki kez hak ihlali kararı veren Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını uygulamayan yerel mahkemenin ve nihayet Yargıtay’ın tutumu da eklendiğinde ortaya çıkan, Türkiye Cumhuriyeti’nin, anayasanın bile uygulanmadığı bir kaos ortamına doğru hızla sürüklendiği inancı, toplumdaki endişeyi giderek umutsuzluğa dönüştürmektedir.
Devletin niteliğinin değiştirilmesinin olası sonuçları.
Laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin, radikal dinci, Batı’ya karşı cihat zihniyeti ile hareket eden tarikatların ve cemaatlerin yönetimine, insafına terkedilmesi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşayarak gördüğümüz ve ancak çok ağır bir bedel ödeyerek, Mustafa Kemal Atatürk sayesinde kurtarabildiğimiz Türk devletinin emperyalist devletler tarafından paçalanmasına ve yok edilmesine yardımcı olacağını söylemek, yine yakın tarihimize bakıldığında, kehanet değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliğini böylesine değiştiren bir görüntünün, Türkiye’yi daha da yalnızlaştıracağı, karşısındaki devletlerin saflarını sıklaştıracağı, içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik sıkıntıları artırarak, bu vahim sonucu çabuklaştıracağı da açıktır. Ülkede yasaların, hukukun yok sayılmasının yol açacağı anarşinin, Türkiye üzerinde emelleri olan iç ve dış güçlerin ekmeğine yağ süreceği de unutulmamalıdır. Bu gidişata engel olmamanın Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk Milleti’ne yapılabilecek en büyük kötülük olduğundan kuşku duyulmamalıdır.
Kötü gidişe dur demek öncelikle ülkeyi yönetenlerin görevidir.
Yaşamının yarım yüzyıla yakın bölümünü, devleti yurtdışında temsil etmeye ve Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarlarını dışa karşı korumaya adamış, yakın tarihimizi unutmayan ve görev süresi boyunca olduğu gibi bugün de hala başka ülkelerde yaşanan benzer gelişmelerin sonuçlarını izlemeye devam eden emekli bir büyükelçi olarak dile getirdiğim bu içten düşünce ve değerlendirmelerimi, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran yüce Türk milletinin de paylaştığından kuşku duymuyorum.
Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenlerin laik, demokratik, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin karşı karşıya olduğu bu açık ve yakın tehdide karşı gerekli önlemleri almalarını beklemek her Türk vatandaşının hakkı, yönetenlerin de birinci görevidir.
Çok, çok içim yanarak okudum.Ne yazık ki! Aklımızla dalga geçiyorlar.Yillarca okulda çok kötü olaylar yaşadık.(olaylar bu günlerin habercisiydi!)ne yazık ki toplumun özellikle de kadınlarımızın duyarsızlığı beni kahrediyor. SAYGILARIMLA.