Üç Senaryo
Ukrayna savaşı başladığında üç senaryolu bir süreçten söz ediliyordu. Ne ki, ilk ikisini geçtik şimdi üçüncü aşama söz konusu denebilir. Bu makale bu çerçevede bu senaryoları irdeleyecek sonra dünya ölçeğindeki yansımalarına ve Türkiye’ye etkilerine bakacak.
1- Birinci senaryo: Rusya’ya göre savaş kısa sürecek, Rusya galip gelecekti. Bu gerçekleşmedi. Rusya, ABD’den daha fazla nükleer başlığa sahip olan ama İspanya kadar ekonomisi olan bir ülke. Rusya ekonomisi bugün karşıdan cephe alan ABD, İngiltere ve AB’nin toplam ekonomisinin yüzde 4’üne tekabül ediyor. Fakat öte yandan Rusya jeopolitik bir aktör; geniş bir orduya, silah sanayisine, enerji yataklarına ve nükleer teknolojiye sahip. Ama diğer alanlarda, sözgelimi yüksek teknolojide, uluslararası finansta, eğitimde bir aktör değil. Enerji kaynakları çok ama gelişmiş ve çeşitlendirilmiş bir ekonomisi de yok. Nükleer gücü ve ordusu ile Batı için jeopolitik bir tehdidi temsil ediyor.
2- İkinci senaryo ise şu idi: Ukrayna’ya göre AB ve ABD bu savaşta devreye girecek Rusya’yı yenilgiye uğratacaktı. Bu olmasa bile en azından Ukrayna’nın batıya güvenerek Rusya’yı gerileteceği düşüncesi vardı, bu da olmadı. Daha ötesinde bu savaş ile Rusya Avrupa Güvenlik mimarisinin net düşmanı, tehdit edeni konumuna geldi. Fakat buna rağmen Batı bu nedenle bir üçüncü dünya savaşı başlatmak niyetinde değil.
Ayrıca daha önce Avrupa güvenliği tartışmalarını tetikleyen hususlardan biri de şu idi: ABD’nin Asya-Pasifik’e daha fazla yoğunlaşacağı, asıl rekabet ve kapışmanın Çin ile olacağı ve bu nedenle Avrupa’daki yükümlülüklerini azaltacağı öngörüsü vardı; şimdi bu öngörü çöktü, en azından kısmen de olsa revize edilecek.
ABD artık iki tehditli bir stratejiye yönelecek. Onlar için Rusya jeopolitik, Çin sistemik tehdit. Bu savaşla ortaya çıkan diğer bir konu da şu ki, Brexit’ten sonra İngiltere ile Avrupa Birliğinden kopmuştu, Avrupa güvenlik meselesinde İngiltere’nin pozisyonunun nasıl bir mahiyette olacağına dair kafalarda soru işaretleri oluşmuştu. Bu savaşta İngiltere Batı’nın en aktif bir-iki ülkesinden biri olarak rol aldı, bu da Brexit’e rağmen İngiltere’nin, Avrupa güvenlik mimarisinde önemli rol oynayacağını gösterdi. (Bizim açımızdan asıl mesele, daha sonra üzerinde duracağımız, Türkiye’nin konumu ve durumu. Zira Avrupa güvenlik mimarisinde Türkiye’nin konumu henüz tanımlanmış değil.)
3- Üçüncü senaryo da şuydu: ABD ve Batı Rusya’yı Ukrayna’da boğacak senaryosu. Rusya’yı savaş batağına çektikten sonra dünyada yalnızlaştıracak, ekonomik yaptırımlarla ekonomisini çökertip savaş gücünü zaafa uğratacaktı. Batı baştan beri bu savaşı kendi açısından böyle planladı. Ama bu da tam gerçekleşmedi. Rusya durmadı, durdurulamadı. Savaş batı ile Rusya arasında olmasına karşın cephe Ukrayna topraklarıydı, ölen Ukraynalılardı, tahrip olan Ukrayna şehirleriydi.
Ne oldu?
Bu üç öngörü de tam gerçekleşmedi. Olan şu: Rusya beklemediği ölçüde kayıplar vererek ilerliyor. Ukrayna’ya büyük lojistik destek veren batı henüz Rusya’yı istediği noktaya getirmiş değil. Ukrayna batıdan yana yaşadığı hayal kırıklığına rağmen direniyor, ama bu direniş uzun süreceğe benzemiyor. (Savaş Putin’in kararlılığı, Zelinski’nin direnişi, batının desteği ile sürüyor)
Sonunda sanki Rusya Dimyeter nehrinin doğusunu tamimiyle işgal edip burada kendine göre yeni bir Ukrayna oluşturacak gibi. Böylece Kırım ve Dombas meselesini kendince kökten haletmiş olacak, Kiev’de alternatif bir yönetim oluşturarak kendisi ile batı arasında bir tampon bölge oluşturmayı başaracak. Bu da Rusya’nın hedeflerinin tamamı değilse bile üçte ikisi. Peki sonrası?
Rusya’nın orta ve uzun vadede batı ablukasına direnmesi güçleştiğinde kendi içinde problemeler yaşayacaktır. Hatta ekonomik darboğazın bunalıma everilmesi durumunda Putin’in gitmesinin ötesinde Rusya Federasyonunda da çatırdamalar başlayabilir. Dolaysıyla baştan beri söylediğimiz gibi bu savaştan ne Rusya ne de Ukrayna kazançlı çıkabilir. Rusya kısa vadede konjonktürel bir kazanç sağlamış gibi görünse bile uzun vadede kaybedecekler arasında yer alacaktır. Bu savaştan (petrol ve gaz satanlar dışında) Çin ve ABD kazançlı çıkacak.. Bu da iki güçlü rakibin gelecekteki çekişmesinin şiddetini daha da artıracaktır.
Soğuk Savaşın zihni yapılarına geri mi dönülecek?
Soğuk Savaş sonrası Batı, medeniyetçi bir söylem kullanmıştı. Fukuyama SSCB’nın yıkılmasından sonra “tarihin sonuna” geldik demişti. ABD’nin ulusal güvenlik danışmanı da olan sosyolog Huntington ortaya çıkıp “hayır savaş bitmedi, asıl savaş şimdi başlayacak, bu da medeniyetler arasında olacak, bu medeniyetler de kodları din ve kültür tarafından belirlenen sekiz medeniyet arasında olacak” demişti. Böylece ABD’ye kominizden sonra yeni düşmanı tanımlandı aralarındaki çatışmayı da sanki kaçınılmazmış gibi gören bir anlayış hâkim oldu. Böylesi bir söylem yaygınlaştırıldı. Bu muhayyel medeniyet kategorilerinin iç çelişki ve gerilimlerinden ziyade farklı medeniyetler arası rekabete yoğunlaşırdı. Hasılı medeniyet kavramı bir kavga alanı olarak kurgulandı. (aslında bu savaşla bu teori tamamen çöktü.) buna rağmen yeni dönemde benzeri bir deneyimi (doğu-batı, Müslüman–Hristiyan vb.) yaşayabiliriz.
Rusya ve Çin konusunda şu an için her ne kadar daha çok jeopolitik ve sistemik kavramlarla tartışıyor olunsa da çok geçmeden bu tartışmanın zemini değişecek, tartışma tekrardan değersel ve medeniyetçi bir söylemin içerisine oturtulacak gibi.
Kısa vadede ise bu rekabet otokrasi-demokrasi rekabeti olarak lanse ediliyor ve daha da fazla edilecek. Buradan da sadece otokrasi-demokrasi rekabeti söyleminin yeterli görülmeyeceği, bunun yerine medeniyet kavramı ve kategorilerinin etrafına örülmüş siyasal, söylemsel ve değersel bir tartışma ekosisteminin içinde kendimizi bulabiliriz
Çin ve Batı
Rusya’da olduğu gibi Çin ile Batı arasında da ciddi jeopolitik başlıklar var. Güney Çin Denizi o başlıklardan biri, Tayvan onlardan biri. Öte yandan Çin söz konusu olduğunda 5G’yi, yüksek teknoloji, stratejik yatırımları görüyoruz. Ekonomik düzenin geleceğini ve yeni model kapitalizmi konuşuyoruz.
O yüzden Batı için Çin sistemik bir tehdit, Rusya ise jeopolitik bir tehdit, diyorum. Saflar gittikçe belirginleşiyor. Biden, Çin rakibimiz, Rusya düşmanımız diyor. Önümüzdeki dönemde Batı ile iki ülke arasındaki rekabette muhtemelen kendileri ikili bir tehdit algısı ile hareket edeceklerdir. Bu zaten aynı zamanda Batı’nın yeni jeopolitik kimliğinin “ortak ötekisi”ni de temsil ediyor olacak.
Önümüzdeki dönemlerde Çin ile Batı arasındaki gerilim alanları daha da artacak, içeriği ise daha da derinleşecek. Soğuk Savaş’ın ortak ötekisi komünizmdi, Soğuk Savaş bitince bu devlet dışı aktörlere kaydı. Özellikle de radikal gruplar ve İslami gruplar bu tahayyülde ciddi manada bir yere sahip oldu. 11 Eylül zaten bu devlet dışı radikal örgütler, terör örgütleriyle İslam kimliğini, Batılı jeopolitik kimliğinin çok daha güçlü bir ortak ötekisine dönüştürdü. Özellikle Avrupa’daki aşırı sağcı partilerin ötekisini de Müslüman kimliği oluşturmaya başladı. (Hungtington bu noktada el üstünde tutuluyordu!) Fakat şimdi Ukrayna ile Rusya aynı medeniyet ama çatışıyorlar.
Otokratlar kaybedecek mi?
Bu savaşın bize gösterdiği başka bir husus ta şudur: Son yıllarda Avrupa’da özellikle aşırı sağcı partilerin Putin imgesi ile özdeşleşmesinin bir sonucu olarak, bu partilerin ciddi manada hem meşruiyet hem kimliksel kriz yaşayabilecekleri bir döneme giriyoruz. Batı ile Rusya arasındaki kapışma derinleşir ve uzun erimli bir döneme girerse ki elimizdeki veriler bunu gösteriyor, bu, mevzubahis partilerin kimliksel krizlerini biraz daha da ön plana çıkabilir. Bizde de dâhil olmak üzere iç politikalarda bu sürecin yansımalarını göreceğiz.
Aşırı sağın zemin kaybetmesi, ortaya pozitif bir resmin çıkacağı manasına da gelmiyor. Burada iki olasılık var: Birincisi, tekrar sert jeopolitik mücadele dili, savaşı da içerecek şekilde, yaygınlık kazanması. İkincisi ise değer söylemi; demokrasi ve otokrasi dualizminin gelişmesi. Hatırlayın, 11 Eylül sonrası yeni muhafazakârların (neo-conların) en büyük projelerinden biri de rejim değişimi ile demokrasi ihracı idi. Ortadoğu’da bunun sonuçlarını, trajedilerini, Irak işgalinde yapılanları gördük. Jeopolitik mücadele vurgusu, değersel söylemle medeniyetçilik anlatısı yeni tarz bir neo-con’luğa elverişli zemin sunabilir.
İki tarafı da idare politikasının sonu mu?
İkinci Dünya Savaşı bitiminde kurulan yeni sistem birçok ülkede komünist rejimleri, anti-kapitalist rejimleri doğurmuştu. Bu süreçte Türkiye, Rusya korkusu ile küçük Amerika olmaya çalıştı. İçyapısında demokrasiye, çok partili yapıya batının baskısı ve Rusya korkusu ile geçti.
Türkiye’de bu manda iki başlığı ele almak lazım. Birincisi, sistemik yeniden kurulma konusunda İnönü’nün meşhur “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır” sözü. Fakat burada problemler var. Türkiye’yi yeni kurulan düzende kim nerede görmek istiyor, bu önemli. Türkiye’nin şu ana kadar getirdiği jeopolitik bagajları, geçmişe ait eski kamp alışkanlıkları, değerler silsilesi var. Öte yandan siyasal ve jeopolitik geçmişin örtüşmediği Rusya ile daha önce olmadığı kadar angaje olan bir cari durum da söz konusu. Dünyanın Türkiye’ye bakışından hareket edersek Türkiye nasıl konumlanacak? Buna bir tek kişi mi karar verecek?
Türkiye, ekonomik yaptırımlara henüz katılmadı; hava sahasını kapatmadı. Ekonomik yaptırımlara katılmama sebebi, diğer Batı ülkelerinden daha fazla Rusya’ya karşı kırılganlıkları olmasından. Rusya, Türkiye’ye en fazla turist gönderen ülke, ikinci en fazla enerji sağlayan ülke konumunda. Yaklaşık 34 milyar dolarlık ticaret hacmi var iki ülke arasında. Mersin’de nükleer reaktör yapıyor. Vs. Dolayısıyla Rusya’ya karşı ekonomik kırılganlıkları var. Ve ekonomik krizden geçtiğimiz süreçte bu savaş gerçekleşiyor. Jeopolitik kırılganlık, Türkiye’yi anti-Rusya dozajını ayarlamak zorunda bırakıyor. Öte tarafta NATO ülkesi. Çatışma alanlarında Rusya ile birebir hem çalışıyor hem çatışıyor, aynı şekil ABD için de geçerli. (ör. Rusya İdlib üzerinden yüz binlerce mülteci gönderebilir.) bu ikili politika uzun vadede sürdürülebilir değil. Yeni dönemin, Türkiye’nin NATO kimliğini daha fazla vurguladığı, daha fazla ön plana çıkardığı bir dönem olacağı kanaatindeyim.
Diğer bir konuyu da hatırlayalım: Son yıllarda Türkiye’de bir Avrasyacı tahayyül revaçtaydı. Kanaatimce, bu Avrasyacı tahayyülün sonuna geldik. Avrasyacı tahayyülün Türkiye’nin iç ve dış politikası için bir gelecek oryantasyonu olmayacağı üç aşağı beş yukarı bu süreçte ortaya çıktı. Bundan sonra muhtemelen Kanal İstanbul hadisesi de artık başka çerçevede tartışılacaktır. Toplumun Kanal İstanbul hassasiyetleri, soru işaretleri artacaktır.
Tek adamlığın sonu
Uzun süredir global siyasette güçlü tek adam rejimleri revaçtaydı ve bu güçlü tek adam rejimlerinin nirvana’sını, en sembol ismini Putin temsil ediyordu. Bugün Putin yaptığı ile güçlü tek adam rejimlerinin aleyhine en büyük örneği de temsil etmeye başladı. Putin’in yaptıkları, tek bir adama bu kadar yetki vermenin ne kadar tehlikeli olduğunu gösterdi. Ülkesini global siyasette kısa sürede paryaya dönüştürmeyi başardı…
İnsanlar canlı yayında her gün, bir adam yüzünden bir ülkenin ne kadar geri gidebileceğini, ne büyük bir hata yapabileceğini ve bunun sonucu olarak da ne ölçekte maliyet ödeyebileceğini görmeye başladılar. Bir ülkenin uluslararası ekonominin dışına atılabileceğini görmeye başladılar. Bu başta Türkiye olmak üzere diğer ülkelerin de kulak kesileceği bir durum.
Fakat unutmayalım ki belirsiz dönemler otoriteye duyulan ihtiyacı da artırabilir. İnsanların korktukça otoriteye daha fazla ihtiyaç duyacaklarını da dikkate almamız lazım. O yüzden Putin örneği sistemden ziyade tek adam rejimlerine yapılan yatırımların ne kadar yanlış olabileceğini herkese gösterdi. Yatırımlar sisteme mi yapılmalı, aktöre mi yapılmalı, tartışması vardı. Bunu 2017’de Türkiye de yaptı. Sistemden ziyade kişiye yatırım yaptı. Siyasal sistem değiştirdi ama siyasal sistemi aktöre göre dizayn etti. Bu mantığın yanlışlığı artık ayan beyan ortada. Önümüzdeki dönemde güçlü tek adam rejimlerini ciddi manada imaj kaybedeceği döneme giriyoruz. Yeni dönemde, özgür birey, sorumlu toplum, demokratik bir cumhuriyettir ihtiyaç duyulan artık.
Yorum Yazın