Yedi Ulu Ozan etkinliğinin sunumunu yapmıştım, yıllar önce. Hakikati aramak ve hakikat içinde tekâmüle varma yolunda, kimler muaviye, kimler Kerbela’da mahsur?
Yer, Ulucanlar Cezaevi Müzesi.
Tarih, 11 Aralık 2021
Tam iki gün sonra, yaşı büyültülerek idam edilecek, yıllar önce Erdal Eren. Erdal Eren, bugün yaşıyor olsa, şu an tam altmış yaşında olacaktı. Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılına çok az kaldı ama acılar buram buram tütüyor.
12 Aralık Tarık Akan’ın, 13 Aralık ise Prof.Dr. Türkan Saylan’ın doğum günü. Hepsini toparladım, CYDD Eğitim birimi sorumlusu olarak Ankara gezimize çıktık. Programın bir kısmı ise onu hep on yedi yaşında bıraktığımız, Erdal Eren’di. Tabii Ulucanlar’ da sadece o yok, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Necdet Adalı burada idam edildi.
Cezaevinde Nazım Hikmet’ten, Yaşar Kemal’e, Fakir Baykurt’tan, Kemal Tahir’e, Yılmaz Güney’den, Cüneyt Arcayürek’e kadar birçok kişi, birçok değer, günler geçirdi. Avlunun duvarlarına resmedilmiş fotoğraflarına bakarken; bedenim, ruhum, aklım 360 derece dönüyor. Vertigo değil, akıl tutulması.
Ne zaman 6 Mayıs gelir, bir ulusun o güzelim, Hıdrellez yani Hızır ile İlyas’ın buluştuğu, adakların gül dallarına asıldığı gece, sabaha karşı, biz kara bir tarih yazdık. Dünya döndükçe de hiç çıkmayacak bir leke. Bu ızdırap içinde ruhum gelgitlerde, seslendirme yapılmış dar koridorlu, ışıksız tecrit odalarından geçiyoruz. Bir avludan diğerine, sonra o ekleme merdiven ile tıpkı bir kule gibi çıkıyoruz, karşımıza iki oda, solda ve sağda, her birinde iki ranza. Sağda kalakaldığım bir fotoğraf daha, gelmiş geçmiş en namuslu siyasetçi, en zarif ruhlu, şair, yazar, gazeteci, aydın ve insan, Bülent Ecevit, bu kibrit kutusu gibi odacıkta kalmış.
Rüya olsa kâbus diye sıçrarsınız, alt kattaki büyük koğuşta ranzalar üzerinde canlandırılma yapılmış biri gazete okuyor, bakıyorum, Cumhuriyet!
Yemek yapılan yer, bir set üstü, yarım L şeklinde orada kap, kacak ve hemen yanında tuvalet. Üst katta tuvalette yoktu sanırım. Aşırı bir kalabalık ilerlerken elbette herkes, o empatiyi kuramıyor. Duygu dünyanız erozyonda, tusunami ve depremde. Bugüne kadar ne varsa birikmiş, hepsi üst üste dağ gibi dizliyor.
6 Mayıs 1972, bahçedeki kavak ağacının altı. Bahçede kavak ağacı anımsamıyorum ama çıkışta o en heybetli dağları bile tuzla buz edecek gibi duran ve üzerinde yağları bile kalmış, darağacı üstüme üstüme yürüyor. Gezide benimle gelen yönetim kurulundan arkadaşın sesi ile irkiliyorum “ Ağacı gördün mü, fotoğrafını çektin mi?”
Oysa ben bambaşka yerdeyim! Çekemem, çekemem o acıyı! Kendimi bildim bileli o acı ile ben, ben olmuşum zaten. Öğrenciler, hediyelik aldıkları Yılmaz Güney anahtarlıklarını gösteriyorlar, farkında bile değilim. O avlu var ya, o çırılçıplak avlu, her şeyi konuşuyor. Bağırıyor, haykırıyor, sessiz çığlıklar…
Görüyorum, duyuyorum, anlatamıyorum!
Çaresizlik ortasında, büyük bir mertlik ve yiğitlik duruşunu. İnsansızlığımızın ayıbını, müze olarak sergilemek, acıları unutturur mu?
Her taşında, daracık koridor ve genişçe ama özgür olmadığın bir avluda, yaşamak, yaşamak mıdır, gerçekten?
Savaş Ay’ın, Erdal Eren’i gördüğü ve o anı Sezen Aksu, Onno Tunç ve Aysel Gürel ile paylaştıktan sonra bu empatiyi kurabilen sanatçılardan muhteşem eser çıkar, SON BAKIŞ.
O işte Erdal Eren’dir.
Yandım ah yandım! Der ya..
İster şu Metris’in önü söylensin, ister son bakış.
Hepsi bitmez, tükenmez yaramızdır. Ayıbımız ve çaresizliğimiz.
Elimde, Vedat Günyol’un kitabı, Yaza Yaza Yaşarken.
Günlüklerinden oluşan kitabın, ilk sayfalarında şöyle bahseder:
Ağustos 1989 tarihli Gericiliğin Şahlanışı adlı makalesinin sonunda:
“Düşmanını tanımak, onunla savaşabilmenin tek yoludur.
Düşmanımız kara cahilliktir.
Diyeceğim bu kadar”
Makaleyi merak edenler araştırırlarsa çok güzel bir yazı ve bilgiye elbette ulaşacaklar.
Yine 1989 yılının Aralık ayında, sonunda bir mektup ile biten makalesine başlarken:
-“Bir kitaba kaptırmaya görsün insan kendini, yakasını zor kurtarır. Bereket kitap bir değil, on değil, yüz değil, yüz bin.
Goethe,” Ömür boyu bir tek kitap okuyandan korkarım” demiş, tabii kutsal kitaplardan başka bir şey okumayanları düşünerek. Nicedir elimden pek düşmeyen bir kitabı, aralıklarla okuyorum, not ala ala. Kitap, daha önce bu sütunda sözünü edip, bir-iki alıntıyla geçiştirdiğim bir yaşam öyküsünü dile getiriyor. Bu öykü, kahramanı, büyük İtalyan romancı Moravia’nın soru-yanıt düzeyinde anlatılan yazarlık serüveni. Bir araba kazası sonunda üç ay yatağına çakılı kalan yazar, üç sütunu aşmayan eski öykülerine karşı, uzun öyküler yazmış, kitaba da Şey adını vermiş. Bu kitaba önce A-Şey’de karar kılmış. “Çünkü diyor yazar, öykülerimin ikinci bölümü (yani uzun öykülerden oluşan bölümü) özellikle terörizmden söz ediyor. Bunlarda hep Şeytan’dır söz konusu olan”
Şeytan mı? Neden Şeytan? Sorusuna yanıtı şöyle:
“Bilmiyorum… Tanrı’nın gerçek mucizesinin dünyayı yaratmak olduğunu düşünüp durduğumdan. Bunun dışında bütün öbür mucizeleri Şeytan’a maletmek gerek, hani şu atomun parçalanması türünden mucizeler başta olmak üzere. Ben, elbette tanrıtanımaz biri olarak konuşuyorum, çünkü Tanrı’ya inanmıyorum. Ne var ki tanrıtanımaz olarak bile modern bilimin garip ve şeytansı bir yola girdiğini saklamayacağım. Bilim, yüzyıllar boyu, büyük bir ilerleme etkeni olduktan sonra, atom bombasıyla, baştanbaşa olumsuz ve öldürücü oldu”
Görüşünü tümüyle benimsediğim Alberto Moravia’ya göre terörizm, tüm Nazi uygulamaları gibi Tanrı’ya yani doğaya inat bir Şeytan işi. Nasıl olmasın ki, üç onar yıllık zaman dilimlerini kapsayan toplum yaşamımızda, paşasal sıkı-yönetimler altında, insan onurunu ayaklar altına alan uygulamalara tanıklık ettik, hep Şeytan’ın işi sayarak. Tüm geri kalmış, uygarlıktan yoksun ülkelerde terör, Şeytan’ı, cehennemi yaşattı ve yaşatıyor yaşatabildiğince.
Bugünlerde bir başka kitap okuyorum içim burkularak, Sinan Oza’nın En Uzun Eylül adlı kitabını. Görüyorsunuz, bir tek kitaba kapanıp kalmış değilim, Goethe’nin hışmına uğramaktan kaçınarak.
Sinan Oza, TİP üyeliğiyle başlayan sol eylemci etkinlikleri yüzünden dam altında geçirmiş birkaç yılını, otuz yaşının ödün vermez, boyun bükmez, kafasını kessen inancından vazgeçmezliğinde.
Sinan Oza, bu anı kitabındaki işkence Şeytanı’nın yaşattığı cehennemi, imrenilesi yalın ve güzel bir anlatımla seriyor gözlerimizin önüne.
İnsanlık onurunun hiçe sayıldığı bir hapis yaşamını sergiliyor Sinan Oza, Mamak Cezaevi’nde, önceleri bir çeşit kamp yaşamından, 12 Eylül cuntasının uzun, çok uzun süren günlerine kadar uzayan, inanılmaz, akıl almaz işkencelerini bir bir, ayrıntılarıyla anlatarak. Şöyle diyor, Sinan Oza, bugün kırkdört yaşının olgunluğunda, on yıl öncesinin işkencelerine yumuşacık bir insan yüreğiyle eğilerek “ Tutsaklığın onurlu bir konum olmadığını kodese düşmeden önce düşünürdüm. Ama insanın kendi ülkesinde…inanılır şeyler değildi bizlere yapılanlar”
Evet, insanın kendi ülkesinde, inanılır gibi değil. Hem de yüreği yurt sevgisiyle çarpan insanlara uygulananlar. Sinan Oza’nın anlattığı öyküler, hazır öyküler değil, yaşanmış canavarlıkları anılarından taşıp günlük yaşamımıza yansıyacak, utanılası, yüz karası devlet terörizminin eylemleri olarak.
En Uzun Eylül, adlı kitabın arka sayfasında şöyle deniyor:
“Bu tür kitaplar, ister anı olsun, ister tanıklık; ister öykü, ister şiir olsun, muhakkak zamanla yazılacak. En önemlisi de belgesel. 1980 yıllarımızın, bir kez daha yaşanmamasının da vicdani temelini oluşturuyor”
İlhan Selçuk gibi üstün bir insana uygulanan işkenceler yanında, yüzlerce devrimci gence uygulananlar bir arada, Türkiye’yi uygar batı demeyeceğim de, uygar insanlık karşısında ne denli küçük düşürdüğünün bilincinde olmamak, yurt adına, bağışlanmaz bir ayıptır.
Yine A.Moravia’ya öykünerek söylüyorum, doğal sayılan her şeyin tersine dönüşü bir Şeytan işidir.-
Işığınız daim olsun, CANLAR…
Yorum Yazın