Tarih boyunca devletler milletlerine, milletler de devletlerine yalan söylemiştir. Bunda şaşıracak bir şey yok. Ancak bir ülkede hakim devlet bürokrasisi rejimi yalan üstüne kurar, bu yalanlarla beslenip milletini ezerek neredeyse dümdüz hale getirmeye çalışırsa o dümdüz hale gelmiş millet de öz savunmaya geçip kendi rejimi ve devletine her türlü yalanı söyler.
Geçmişte bunun örneklerini gördük. Örneğin Sovyetler Birliği, örneğin Nazi Almanyası, Faşist İtalya, Franco’nun İspanyası, Salazar’ın Portekiz’i. Örnekler çoğaltılabilir. Bizim Türkiye olarak da bu konuda sicilimiz pek temiz değil. Yazının daha sonraki bölümünde Türkiye’ye de değineceğim.
Geçenlerde ünlü Rus düşünür ve yazar Mihail Şişkin, Fransız L’Express dergisine bir demeç verdi. Bu demeçte ülkesi, devleti ve milletiyle ilgili öylesine çarpıcı ifadeler kullandı ki bunları sizlerle paylaşmak istedim.
L’Express dergisi Şişkin’e soruyor: “Rusya’yı anlamak için yalanın Rus toplumu ve tarihinde hangi noktaya kadar etkili ve baskın olduğunu anlamak gerekiyor. Siz ‘Rus gerçeği bitmek bilmeyen bir yalandır,’diye yazdınız. Doğru mu bu?
Şişkin cevap veriyor:”Rus tarihinde yalan Rus varlığını sürdürebilmenin tek yoludur. Gençliğimde, ülke komünist rejim altındayken yalan yaşamın her alanına hakimdi. Devlet vatandaşı, vatandaş da devleti aldatırdı. İktidar vatandaştan korktuğu için yalan söyleme yolunu seçiyordu. Vatandaş da iktidardan dehşetli korktuğu için bu yalana katılıyordu. Her taraftaki posterlerde Sovyetler Birliği’nin ‘barışın kalesi’ olduğu ilan edilirken Sovyet tankları dünyanın dört bir köşesinde ülkelere müdahale ediyordu. Bu nedenle Soljenitsin (Nobel ödüllü Sovyet yazarı Aleksander Soljenitsin) rejimi yok etme çabasına giriştiğinde ünlü ‘Bu yalanın içinde yaşamak istemiyorum,’ diye dünya aleme ilan etmiştir. “
Şişkin’in sözleri çok çarpıcı değil mi? Bundan şu çıkarsamayı yapmak gerekiyor diye düşünüyorum: Baskı rejimleri, totalitarizim, diktatoryalar, ne derseniz deyin, yalan üstüne kurulmuş yapılar oldukları için ömürlerinin uzun sürdüğü gibi bir algı yaratılsa da kendi içlerinde yalan söylemekten bıkmış insanlar tarafından yıkılırlar. Çünkü klişe sözde olduğu gibi “gerçeklerin günün birinde ortaya çıkma gibi kötü bir huyu vardır.”
KİSSİNGER: “BATI, YÖNETİCİNİN YALANCI OLMASINA AKIL ERDİREMEZ”
L’Express’te ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’la yapılmış bir söyleşi de var. Kssinger söyleşisinde şöyle diyor: “Bugün Putin (Rusya Lideri), çevresindekiler ve sıradan vatandaş içinden çıkılamaz bu yalan kısır döngüsünün içinde debeleniyor. Yöneticilerin nasıl büyük utanmazlıkla böylesine yalanlar söylemelerini Batılı insanın aklı almaz. Örneğin 2014’te (Putin) vatandaşlarına Kırım’da tek bir Rus askeri bile olmadığını söylemişti. Ruslar için bu, anlaşılabilir bir durum. Onlara göre düşmanı adlatmak günah değil, aksine askeri bir erdemdir. Putin iç kamuoyuna yalanlar söylüyor, herkes onun yalan söylediğini, kendisi de herkesin yalan söylediğini bildiğini biliyor. Ama seçmeni onun yalanlarını kabul ediyor. Demokratik dünyada sözlerin önemi vardır. Avrupa’da reform şu temeli oluşturmuştur: Söylenen söz ciddiye alınır ve bağlayıcı olduğu kabul edilir. Söze güvenilir. Batı’da bir politikacı açıkça yalan söylerse kaybeder.”
Şimdi gelelim bizim memlekete... Önce Kissinger’in sözlerine bakıp bizdeki siyasetçilerin söylediklerini hatırlayalım. Fazla ayrıntıya girmek istemiyorum. Dün öyle, bugün böyle söz söyleyen siyasetçilerimiz ortalarda geziniyor. Hiç kimse çıkıp da “Yalan söylüyorsun!” demiyor, diyemiyor. Buna çok da şaşırmıyorum. Yalancılık içimize mi işlemiş nedir? Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıllık tarihinde o kadar çok yalan söylendi, vatandaş da o yalanı bile bile kabul ederek karşı yalanlarla cevap verdi ki bazen insanın aklı duruyor. Örnek mi istersiniz? İki tane vereyim yeter. Birincisi Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik, hukuk devleti olduğu. Şimdi bu demokratik, laik ve hukuk kavramlarını Türkiye’ye uyarlayalım. Türkiye ne zaman gerçek bir demokrasi oldu? Demokrasi sadece çok partili rejim ya da sandığa gitmekten mi ibaret, yoksa çoğunlukçuluk yerine çoğulculuk ve katılımcılık ilkelerinin benimsenmesiyle kurulan rejim mi?
Laiklik ilkesine gelelim. O zaman soruyorum: Kendine laik diyen bir devlette Diyanet İşleri Başkanlığı’nın işi ne?
Hukuk sistemimize bakalım. Hukuk olmuş guguk! Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve kendi Anayasa Mahkememiz kararları hiçe sayılıyor. Bundan ala guguk olur mu?
İkinci olarak da Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içinde yaşayan bireylerin tümünün Türk oldukları yalanı. Yahu, Türk kim? Türk kimliği nedir? Bu memlekette Lazı, Kürdü, Çerkesi, Gürcüsü, Ermenisi,Rumu, Yahudisi ve daha bir çokları olmak üzere çeşitli etnik kimlikte 85 milyon insan yaşıyor. Siz bilinçli olarak üniter devlet kavramı altında bu insanların hepsinin Türk olduklarını söylüyorsunuz. Külliyen yalan. Türkiye’de yaşayan bu insanların gizli çimentosunu “Sünni İslam” olarak karıp, bir de bunun başına Diyanet İşleri Başkanlığı’nı diktiniz. Alevi’yi, gayri müslim vatandaşlarınızı ötekileştirdiniz. Yıllarca bu ülkede yaşayan insanlar bu yalanı yalanla kabullendi. Ama düşünün nereye kadar? Günün birinde bizde de bir Soljenitsin çıkıp, “Bu yalanın içinde yaşamak istemiyorum,” diye bağırırsa Godot gelir mi? Çok merak ediyorum.
Yorum Yazın