“Tabloda ay ışığı ve gece mavisinin karışımı, gökyüzünü hülyalı bir maviye dönüştürmüş. Bu hülyalı maviye bulanmış yusufçuk, gecenin içinden süzülerek açık olan pencereden içeri girmiş. İçeri girince rüya âleminde dolaşan bu süt beyazı, güzel bedeni kim fark etmiş? Yusufçuk, bu eşsiz tonlarla kadının bedenini sarmak ister gibi, topladığı renklerle tüm güçlü imgeleri yansıtarak uyuyan güzelliğin üstünü örtmüş. Bu örtü, bir ışık gibi kadının üstünde adeta parlamış. Artık kadının bu ışığın yanında ne kadar sönük kaldığı fark ediliyormuş. İnanılmaz karşıtlığın içinde uyumlu bir kaynaşma varmış. Kadının rüyasında ve arka derinlikteki yaratıcı, pencerenin yanında perdeyi aralayıp tüm bunlar, ben yarattığım için mi varlar yoksa var oldukları için ben mi onları yarattım, diye sormuş. Bu resmin yaratıcısı olan sanatçı, resmi düşler âleminde izledikten sonra, doğaüstü olan bu mavi ışıktan kurtulmak istercesine arkadaki yerinden ayrılmış. Sanatçının göz çukurları, sanki göz bebekleri yokmuş gibi gölgeliymiş. Sanatçı, gerçek bir mum ışığı eşliğinde göz çukurlarıyla aynaya bakmış. Aslında aynanın ötesindeki karşıya bakarak izleyicinin anlam dünyasında tüm bunların nasıl yankılandığını sorgulatmaya çalışmış. Bu bakışı olmayan, bakış hâline katacağın anlamı kendin bul demek istemiş. Sanki ne demek istediğimi anladın mı diye sorar gibi bakmış.” Ressamın o tablosunu böyle yorumlamıştım.
“Anlat ki insanların bir resme nasıl bakmaları gerektiği ile ilgili farkındalıkları artsın,” dedi ve ekledi: “Kimse tablolarımdaki kadınların sırrını çözemeyecek sanırım. Çünkü o kadınları ben rüyamda görüyorum.”
Rüyalardan Sanat Yaratılabilir Mi?
Rüyalarda algıların ve dilin sınırları aşılır. Kendine özgü tüm olmaz işlerin ve olasılıkların hortladığı o yerde; şimdiyi yakalayan bilinçte, duygu kayıtlarının tutulduğu bilinçaltında ve mistiğe açılan kapıları aralayan bilinçdışında ne varsa özgürce uçuşur, çarpışır, birleşir ve tekrar dağılır. Algılanan görülerin birçoğu sözcüklere dökülemez çünkü sözcükler bu dünyaya aittir. İçten içe bilinir ki orası dünya dışında başka bir yerdir. Gecenin karanlığında, gözlerin tek bir kapanma hareketi ile yalnızlığın derinlerine inilen o yerde; artık hiçbir şey elle tutulur, gözle görülür olmak zorunda değildir. Tüm zorunluluklardan arınmış bir yer… Gecenin bozgununa uğramış kurallardan soyutlanarak, bir noktada herkes bir kez bile olsa iç sesini susturarak yalnızlığını dinlemek zorunda kalmıştır. Varoluş, yalnızlığın mevzusu kavrandığı zaman kabullenilir.
Dünyayı ve yalnızlığını diğerlerinden farklı görenleri ötekileştirmek, kemikleşmiş bir yapı gibi hâlâ varlığını -tüm modernleşme çabasına rağmen- aynı hızla devam ettirmektedir. Onlar, ne kibirli ne de asosyaldir. Ayrıca mutlu olmanın sosyal olmakla bir alakası yoktur. Yalnızlığına değer verenler enerjilerini ondan alırlar. Yalnızlıklarının içinde birçok yapılacak işleri vardır. Düşünceleri ile baş başa kalıp tekrar yalnızlığından enerji depolamaları gerekir. Topluluğun içinde çok fazla konuşmayı sevmezler çünkü boş konuşmalarla zaman geçirmek yerine gözlem yapıp, gerektiği yerde konuşup yapmaları gereken işlerine geri dönmeyi tercih ederler.
Sisteme Tepki Olarak Van Gogh
Rüyalar, hayal âlemi, yalnızlık ve sanattan bahsetmişken Van Gogh’a değinmeden geçemeyeceğim. Yalnızlığını yanında şövalesi gibi taşıyan ve ona güvenen ressamlardan biridir Vincent Willem Van Gogh.
Sadece eserleriyle değil, kullandığı renklerle Van Gogh, sarısı kadar özgündü. Sanatı, hayatı gerçek bir sanatçının duygudaşlığından geçenlerin anlayabileceği zorluktaydı. Dünyayı diğerlerinden farklı algıladığı için etrafındakiler tarafından anlaşılamayıp garipsendikçe yalnızlığa, yoksulluğa mahkûm edilmiştir. Sonunda öyle bir noktaya gelmiştir ki kargaların arkadaşlığına sığınmıştır. Van Gogh’un eserleriyle ve ısrarcı olduğu yaşam biçimiyle tüm insanlığa şöyle seslenmek istediğini düşünüyorum:
“Beni bir yere kapatarak mı cezalandıracaksınız, sürgüne mi göndereceksiniz, yalnızlığa mı mahkûm edeceksiniz? Acıyla mı, yoklukla mı terbiye edeceksiniz? Elinizden geleni ardınıza koymayın. Hepsini başka, farklı bir forma dönüştürecek bir yol bulurum nasıl olsa. Çünkü düşünce alanım içinde olan her şeyin, her sınırın yasasını ben belirlerim. Koyacağınız hiçbir dört duvara ve kalıba sığmayacağım. Orada, o dört duvar arasında duran etim ve kemiklerimdir, kana susamışlar için biraz da kanım var. Zayıflıklarımı biliyorum, yüzüme vurmanıza gerek yok, yeteneklerimi biliyorum, hakkında dahi konuşmuyorum, potansiyelimi biliyorum durmaksızın çalışıyorum. Bütünlüğümü biliyorum. Şiddetten hoşlanmayan, şöhretin cazibesine aldırmayan, gösterişsiz, sessiz, telaşsız, düşsever biri olmam sizin için sorun mu ha? Rüyalarım yanımda, kargalar dostum, doğa ise beni kucaklar ve de gökyüzü… O Yıldızlı Gece’yi, Onu kimse ruhumdan alamaz. Ön yargılarınızın, en koyu ruhsal acılarıma bile dokunamadığını bilmenizi isterim. Ruhumun sözcüsü olan zihnimin nasıl çalıştığını nereden bile bilirsiniz ki? Beni yok ettiğinizi sanarak kazandığınızı mı düşünüyorsunuz? Geri geleceğim çünkü hikâyeleri hep ortasından yaşamaya başlarım, dolayısıyla daimi kazanç veya kayıp diye bir şey yoktur, mutluluk ve mutsuzluk da. Burada sadece sancılı bir doğum ile göz kırparım hayata ve son nefesimle şereflendiririm ölümü. Bu ara durak, bu dünyanın yasalarına tabidir. Düşüncelerim ve ruhum ise hiçbir yasaya tabi değildir.”
Van Gogh, zamanı geldiğinde anlaşılacağını umarak, kendi anlam projesini var ederek ve yaptıklarını geride bırakarak bu dünyayı terk etmiştir. Onun Yıldızlı Gecesi’ni yorumlayıp, parçalara ayırdım, o parçalara daha yakından bakarak sonra da onları farklı noktalardan tekrar birleştirdim. Yıldızlı Gece’nin içinde onlarca desen görmem tuhaf mı? İki varsayım var: Ya algıda seçicilik ya da bu fikirlerin nereden geldiğini gerçekten tam manasıyla bilemiyoruz.
Yorum Yazın