Krepen pasajındaki Neşe meyhanesinde ansızın kavga çıktı. Bir kavgadan önce yaşanan ve onu körükleyen o küfürleşmeler, o karşılıklı el kol hareketleri, tehditler falan hiçbiri olmadı. Dip masalardan bir adam yerinden kalktı, sallanarak yürüdü ve kapı girişindeki bitiştirilmiş masada oturan yedi sekiz kişiden birinin omzuna, elindeki çatalı batırıverdi.
Ceket, gömlek derken, batırmanın da çok güçlü olmaması nedeniyle bir yaralanma meydana gelmedi ama durduk yerde birinin bir adama çatal batırması da pek olağan bir olay sayılmadı hani. Bir sessizlik, bir şaşkınlık oldu ilkin. “Çatallanan” zayıf adam omzuna baktı. Kan olmadığını görünce biraz rahatladı. Çatalı batıran ve gözyaşları içinde kendisine bakan adama “Allah’ın vandalı” diye bağırdı.
Ortalık yatışır gibiyken, bitiştirilmiş masada oturan yedi sekiz adamdan biri ayağa kalktı. Sarı saçları lüle lüle alnına düşmüş, artık bu dünya ile hiçbir alışverişi kalmamış gibi her şeye alayla bakan inceden bir adamdı. Kendisine çok bol olduğu açıkça belli olan pantolonunu biraz daha yukarıya çekti. Sonra neşeli bir Çerkez dansı yaparmış gibi adımlar attı. Çatal hala elinde olan adamın yanına geldi. Çatalı adamın elinden alıp masaya koydu. Sonra adama çok sert bir yumruk attı. Adam yere düşerken o da masaya geçip oturdu.
Sonra böyle bir şey hiç yaşanmamış gibi konuşmalar sürdü. “Hece vezninin ifade imkanı” üzerinde duruldu. “karakalem resimde füzen kullanımı” konuşuldu. “Tüberküloz hastalığına karşı tedavi edici olarak aşı kullanımı” tartışıldı. Bir adam, “şehir planlaması mimarlara bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir” dedi. Edebiyatçı, ressam, mimar ve doktorların oturduğu masada sohbet sürdü.
Gece ilerledi. Sarışın adam kalktı. Bir başka adam da ona katıldı. Kalanlara “eyvallah” diyen iki adam Krepen pasajından dışarıya çıktılar. Yıldız tozu gibi yağan bir kar altındaki İstiklal caddesinde yürüdüler. Çiçek pasajına varmadan biraz önce sağa açılan Sahne sokağa girdiler. “Müsyü Avgeri”nin Zaharapulos meyhanesine dalmadan önce biraz soluklandılar. Hızını iyice artırmış olan kar altındaki caddede ‘Hayat’ şekeri ve ‘Zambo’ sakızı satmaya çalışan kız ve erkek çocuklara acıyarak baktılar.
Sonra içeriye girdiler. Sarımsak ve bakla kokan dumanlı meyhanede, arka kapıya yakın bir masaya oturdular. Özel masaya bir çeşit ‘süs’ olarak konmuş bulunan Macaristanlı kadınlara selam verdiler. Gerçekten güzel olan kadınlar az sonra iki adamın yanına geldi. Sarışın adam yanına oturan kadına “sen hiç dülger balığının ölümünü gördün mü” diye sordu. Öteki adam da diğer kadına ansızın “çelişkidir şiir” dedi.
Adamlar, Macaristan’daki “1955 İhtilali”nden kaçıp, Türkiye’de yeni bir hayat kurmaya çalışırken, kendilerini koyu bir bataklığın içinde bulan ve çoktandır her şeye boş vermiş olan kadınlarla sohbeti sürdürdüler. Sarışın adam, yanındaki kadınla “anlatsam şu kiraz mevsiminin sevişme vakti olduğunu” diye konuştu.
Öteki adam da diğer kadının ellerini tutup ona, “ bir avucun matematik, bir avucun büyü, bunda da çelişki yok, sonra düşün, olsa ne çıkar, çelişkidir şiir” dedi. İki adam, Zaharapulos meyhanesi kapanıncaya kadar oturdular. İçtiler. Türkçeyi pek bilmeyen Macar kadınlara şiirler okudular.
Gün ağarıp İstanbul’a sisli bir sabah konarken kalktılar. Yanlarındaki kadınlarla birlikte, biraz ilerideki Asmalımescit’te oturan bir arkadaşlarının evine gittiler. Köhne merdivenlerden yukarıya çıkarken sarışın adam, koluna girmiş olan kadına ,“bana bir taze dişin, yazın kumsalda kızarmış tüylü altın bacağın yeter” diyordu. Öteki adam ise şimdi kucağına almış olduğu öteki kadına “işler bu yola döküldü müydü, insanoğlu durmaz” diye bir dize söylüyordu…
Siz benim ballandırmalarıma bakmayın. 1955 yılının karlı bir Aralık ayı gecesinde gerçekten bütün bunlar oldu. O gece Sabahattin Kudret Aksal ile Sait Faik Abasıyanık, Neşe meyhanesinde bir kavgaya karıştıktan sonra dışarıya çıktılar ve biraz ilerideki bir başka meyhaneye gittiler. Yanlarında, “dört düğmeli ceketinin dördünü de kapatmış” Salah Birsel de vardı.
O gece, her zaman oturdukları Neşe meyhanesinde edebiyat üzerine konuşurlarken, dip masalardan birinde oturmakta olan bir adam, nedeni hala bilinmeyen bir öfkeyle ayağa kalkıp, şair Edip Cansever’in omzuna çatal batırmıştı. Herkes şaşkınlık içindeyken ve Cansever adama “Allah’ın vandalı” diye bağırırken, Sait Faik ayağa kalkmış ve yıllarca boks çalışmasının verdiği ustalıkla adamı bir yumrukta yere sermişti. Sonra da yıllardır iki dost olan Sabahattin Kudret Aksal ile Abasıyanık, bir başka meyhaneye uğramışlar, orada çalışan iki kadınla birlikte, Asmalımescit’te ara sıra uğradığı bir dairesi bulunan ve aynı zamanda Abasıyanık’ın akrabası olan Sakaryalı Kazım’ın evine gitmişlerdi…
“Şair, öykücü ve oyun yazarı Sabahattin Kudret Aksal, 5 Mart 1920’de İstanbul’da doğdu. Yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde yaptı. Mezun olduktan sonra İstanbul Lisesinde felsefe grubu dersleri öğretmeni olarak çalıştı. Çalışma Bakanlığında ve İstanbul Belediyesinde müfettişlik yaptı. İstanbul Belediye Konservatuvarı müdürü ve Şehir Tiyatroları müdürü oldu. İlk şiiri, 1938′de Varlık dergisinde yayımlandı. İnsan ve Oluş dergileriyle daha birçok edebiyat dergisinde şiirleri yayımlandı. 1947′de oyun, 1952′de de öykü yazarlığına başladı. Belediye Konservatuvarı öğretmenliğinden emekli oldu.”…
Bu tırnak içindeki satırlar, Aksal’ın resmi biyografisine ait. Peki de onun kim olduğunu anlatıyor mu? Ne yaptı? Kimlerle birlikte oldu? Ben onun Abasıyanık’la olan dostluğunu biraz anlatmaya çalıştım. Sonra? 5 Haziran 1992’de hastaneye yatırılması. “Perdeleri kapatın” diye konuşması, “Yürekyazım iyi çıktı” demesi.
Şarkılı Kahve, Gün Işığı, Duru Gök, Elinle, Bir Sabah Uyanmak, Eşik, Çizgi, Zamanlar, Bir Zaman Düşü, Buluşma, Gazoz Ağacı, Yaralı Hayvan, Evin Üstündeki Oda, Tersine Dönen Şemsiye, Şakacı, Kahvede Şenlik Var, Bay Hiç, Sonsuzluk, Kitapevi ve Önemli Adam gibi eserleriyle tanınan Sabahattin Kudret Aksal, 19 Nisan 1993’te öldü.“Fonda gerilmiş donuk bir gök vardır” ve “Yalnızlık bir ağacın kurgusudur” demişti.
Aksal’ı tanır mıydık?...
Yorum Yazın