“Eve girme vakti geldi Norma Jeane”. Ağaçlıklı ve uzun bir yol boyunca yan yana sıralanmış, birbirinin tıpatıp benzeri tek katlı evlerden birinin penceresinden kendisine seslenen annesine hiç itiraz etmedi. “Biraz daha oynayayım anne lütfen” demedi. Bunun, her zaman tuhaf şeyler yapan, durup dururken ağlayan, ansızın ulur gibi gülmeye başlayan, sakince otururken birden tabakları, fincanları duvarlara fırlatan, kalabalık mağazalarda insanlara sebepsiz yere en yakası açılmadık küfürleri savuran annesini kızdırmaktan başka bir şeye yaramayacağını biliyordu.
Burnunu çekti. Gözlerini sildi. Seksek oyununda tam altıncı karelere gelmişti ve mahalle arkadaşlarını güzelce yeniyordu ama eve çağrılmıştı işte. Oyunu bırakıp, gözlerini sile sile eve doğru yürüdü.
Norma Jeane için eve girme vakti gelmişti.
Bu cümleyi daha sonraları da sık sık duyacaktı. Kimileriyle gerçekten sevdiği, kimileriyle ise mecburen birlikte olduğu hatta evlendiği birçok erkek, ona hep “eve girme vakti geldi Norma Jeane” diyeceklerdi ve o da burnunu çekip gözlerini silerek “eve girecekti”. İşin tuhafı, yaşamı boyunca hiçbir zaman şöyle gönül rahatlığıyla “evim” diyebileceği bir yeri de olmayacaktı ama Norma Jeane hep “eve girmeye” çağrılacaktı.
Asıl adı Norma Jeane Mortenson olan sinema oyuncusu Marilyn Monroe’nun yaşamı hep böyle çelişkilerle geçti işte. Çelişkiler, “yaman çelişkiler”. Seksten pek de hoşlanmadığı halde bir anda bir “seks sembolü” oluvermesi, parfüm kullanmayı hiç sevmediği halde, sırf insanların cinsel ilgilerini çekmek için ona “yatarken birkaç damla parfümden başka hiçbir şey giymem üzerime” diye uydurulmuş sözler söyletilmesi. Dört yüz küsur kitabı birebir okumuş, bin kadar kitabı da en azından öyküsünü ve yazarını enine boyuna tanıyacak kadar yakından incelemiş biri olmasına rağmen, hemen tüm filmlerinde “aptal sarışını” oynamak zorunda kalması. Filmlerde ve özel yaşamında lüks ve ihtişam içinde yüzen biri olarak tanınırken, aslında sinemadan çok düşük ücretler alabilmesi. Genç kızlığından beri, sevecen, kocasına güney usulü ağır salçalı biftekler pişiren ve en az altı çocuklu bir anne olmayı düşlemişken, yaptığı tüm evliliklerin, çocuksuz ve mutsuz bir biçimde sonlanması. Marilyn Monroe, yaşamı boyunca bu çelişkilerle boğuşup durdu.
Baygın bakışları, buğulu sesi, sık sık yaramazca havalanıveren etekleri ile güzelliğin ve mutluluğun simgesi bir ABD’li kadın olarak pazarlanan Monroe, aslında tam bir “acıların kadınıydı”.
Annesi ağır bir şizofreni hastasıydı ve Monroe daha küçücük bir çocukken, annesi akıl hastanelerinden çıkamaz olmuştu. Gerçek babasının kim olduğunu ise hiçbir zaman öğrenemedi.
Annesinin, son girdiği hastaneden bir daha çıkamayacağı anlaşılınca, Marilyn için bitip tükenmek bilmeyen bir yetimhane ve bakıcı aileye verilme hayatı da başladı. Birçok yetimhane değiştirdi. Birçok bakıcı ailenin yanında kaldı.
Büyüyordu ve enikonu güzel bir genç kız olmaya başlıyordu. Cinsel tacizler de o zaman başladı işte. Aslında henüz altı yaşındayken, yanlarına verildiği bakıcı ailenin babasının ve büyük oğlunun tacizine uğradığını gözyaşları içinde anlattı Marilyn yıllar sonra. Bunca rezillikten kurtulabilmek için henüz on altı yaşındayken, komşusunun oğluyla evlendi. Dört yıl sonra boşandı. Mankenlik yapmaya başladı. Sarışın oldu.
Önemsiz roller aldığı bir iki filmle sinemaya başladı. Birkaç sıradan film daha derken, “Niagara” geldi. Monroe, 1953 yılında oynadığı bu filmle en sonunda ünlü olabildi. İşler iyi gitmeye başlıyor gibiydi. Gerçekten sevdiği beyzbol yıldızı Joe Dimaggio ile evlendi. Sert bir adam olan Joe, Monroe’ya durmadan “eve girme vakti geldi” diyordu ve Monroe da eve giriyordu ama sinema ve magazin dünyasının acımasız kuralları nedeniyle bunu her zaman yapamıyordu. Evlilikleri tökezlemeye başladı ve dokuz ay sonra boşandılar.
Oyunculuk dersleri almaya başladı. Ders verenlerden biri olan ünlü yazar Arthur Miller ile tanıştı. Ona âşık oldu. Evlendiler. Mutluydu. Sanatçı yönü de öne çıkmaya başladı. Birçok önemli sinema ödülü kazandı.
Hamile kaldı. Sevindi. Nedir, bu bir dış gebelikti ve bebek mecburen alındı. Üzüldü. Alkol, uyku hapları, hafif yatıştırıcılar dönemi başladı. “Bazıları Sıcak Sever” filmiyle sinemada zirveye yerleşti, Altın Küre’yi kazandı ama aynı zamanda bir uçurumun da başındaydı artık. Alkol, ilaçlar ve uyuşturucular çoğaldı. En küçük bir repliği bile ezberleyemiyordu. Sete saatlerce geç gidiyor hatta bazen sete gitmeyi düpedüz unutuyordu.
Yine hamile kaldı. Bebeği yine öldü. Yine üzüldü. Alkol çoğaldı. Uyuşturucular ağırlaştı. Arthur Miller'dan boşandı. Boşluğa düştü. Kibarca “Psikiyatri Kliniği” diye adlandırılan akıl hastanelerinde tedavi görmeye başladı.
ABD Başkanı John Fitzgerald Kennedy ile tanıştı ve ona aşık oldu. Kennedy de ona “Eve girme vakti geldi Norma Jeane” diyordu ve o da gizli dehlizlerden, eve yani Beyaz Saray’a giriyordu.
İlişki elbette yürümedi. “Koskoca ABD Başkanı” ile bir film artistinin ilişkisi nasıl yürüyebilirdi ki? İşin içine Kennedy’nin eşi Jackline Kennedy, Başkan’ın diğer kardeşleri, CIA, FBI gibi güçlü ve korkutucu figürler de girdi ve Monroe’nun zaten karman çorman olan kafası hepten karıştı.
Sonra, “Eve giriş vaktinin” geldiğine karar verdi. 5 Ağustos 1962'de Brentwood, Los Angeles'daki evinin yatak odasında yüksek dozda “sakinleştirici” aldı.
Henüz otuz altı yaşındaydı ama “Norma Jeane için eve girme vakti” gelmişti.
Norma Jeane, 8 Ağustos 1962’de Westwood Village Memorial Park Mezarlığı’ndaki “evine” girdi…
Yorum Yazın