Gökyüzü yakında yazın geleceğini haber veriyordu. Bahardan ayrılıp yaza dönmeye çalışan güneş ışıkları -ne tür bir ağaç olduğuna dikkatlice bakmadığım için bilmiyorum- hayalimdeki kavak ağacının yapraklarının arasından, bulduğu her boşluktan neşe ile üzerimize süzülmeye çalışıyordu. Yakıcı güneşe yakalanmadan serin bir yer bulabilmiştik. Kızıl, kıvırcık saçlarını tepeden toplamış, orta yaşına doğru ilerlerken gençliğine ve çocukluğuna bir türlü veda edemeyen veya etmek de istemeyen kadının üzerinde hissedilir bir toyluk vardı. Kaçamak gün ışığı; iri, kahverengi bilyelere benzeyen gözlerinden geçerek onları daha da parlaklaştırıyordu. Artmış bir duygusal yoğunluğun içinde coşkulu, uzun, tutkulu bir öpüşmenin yarattığı hülyalı bir andan koparak içinde bulunduğu ana ve bize tekrar uyumlanmaya çalışırken dudaklarının kıvrımlarından dışarı taşmış kırmızı rujunun farkında değildi. Gözlerine dik ve dosdoğru bakıyordum. Salaş giyim tarzına kırmızı bir rujla karşılık vererek çekici kalma dürtüsünü tatmin etmek istemişti. Evet, aşk davetiyesinin içindeki cazibenin kışkırtıcı sözlerine karşı koyamayan, romantizm içinde erimeye gönüllü, yanında oturan, ona aşkla bakan adam için gayet çekiciydi.
Kokular, sesler, esintiler, hisler… Daha sonra benzerleriyle hiç olmadık zamanlarda, hiç olmadık yerlerde, tekrar karşılaştığımda, onları hatırlamam ve hatırlayıp mutlu, rahatsız, tanıdık hissetmem için belleğimde yer ediniyordu, diye yazmıştım. Listeye renkleri de dâhil etmeli diye bana hatırlatmıştın. Ayrıca “kırmızı” kelimesinin “kırmız” adlı bir böcekten türetilmiş olduğunu da hatırladım. Tüm öğrendiklerimden sonra savunma mekanizmam bana bir kısmını unutmam gerektiğini yoksa hatırladıklarımla yaşamakta zorlanacağımı yineledi. Artık kendi isteğimle zekâma meydan okumalıyım ve bildiklerimin bir kısmını unutmayı tercih etmeliyim. Şimdi hafızamın kıvrımlarında atlayarak, çağrışımlara kapılıp kırmızının derinliklerine sürüklenmeyeceğim. Renklerin psikoloji üzerindeki etkisi başka bir zamanın konusu. Zihnimin itaatsizliğini fark ederek -bilinçli olarak- peşinde koşmaktan bir süreliğine alıkoyuyorum kendimi. Ağaçların altındaki o ana, kırmızı dudaklara geri dönüyorum.
Sorgulama ve uzun öğrenme yolculuğundan geçmiş, orta yaşını gerilerde bırakmış biz ve kızıl saçlı kadın... Biz, uyumsuzlar, uzak bir geçmişe, geçmişimizdeki herhangi bir zamana, geride bıraktığımız anılara, sanki karşımızdaki genç kadın o değerlerin temsilcisiymiş gibi, ona, gençliğin enerjik heveslerine duyduğumuz özlemle, bundan sonra olacaklar hakkındaki tahminlerimizle ve kaygının karaltıları ile bakıyorduk. O, bize şaşkınca bakarken biz ona kafamızda beliren tüm sorularla birlikte bir süre sessizce baktık. Bakışlarımız birbirimizin üzerinde ve gözlerimizde dolanırken bir yandan da entelektüel fikirlerimizi paylaşıyorduk. O an, tesadüf eseri bir arada bulunan biz kaçaklar, isyanın özlemini çeker gibiydik. Yaşamın hesapsızca önümüze getirdiklerine ve bizden götürdüklerine, etrafımızdaki tehditkâr olaylara, bu çılgın gidişata isyan etmek ister gibi bir havamız vardı. Sabır dağında dövülmüş, geç kalmış bir isyan… İçinde konumlandığımız toplum ile ilgili yaşadıklarımıza dair birdenbire kabarıveren insancıl duygularımız -güçlü düşünceler eşliğinde- öyle ağır basmıştı ki... Fikirlerimiz, deneyimlerimiz çarpışıyor, ortaklıklar ve zıtlıkların getirdiği -yorumlama isteği ile birlikte gelen- yeni oluşumlar, düşünsel bir doyum yaratıyordu. İçimizde keşfetmenin mücadelesini hâlâ veriyorduk. İnançlara, bize hiç verilmemiş -esirgenmiş- olanlara, elde edilmiş olanların bıraktığı izlenimlere, düşüncelerin altında yatan kaygının yarattığı rahatsızlığın tam manasıyla ne olduğunu anlayamadığımız yavan memnuniyetsizliğe, sevimsiz pişmanlıklara, imkânsızla sınırlandırılmış ve sınandığımız bir sistem içerisinde dürüstlüğün ne baş belası bir şey olabileceğine, haksızlığa dair bazen ağırbaşlı, yer yer acemi bir isyandı bu.
Chrysiida Dimoulidou‘nun sözleri aklıma geldi. Şöyle diyordu: “Özüne uygun yayınlara ve gazetecilere ihtiyacımız var. Tacirlere değil, yazarlara ihtiyacımız var. Dili iyi kullananlara değil, aydın insanlara ihtiyacımız var. Çünkü aydın, sadece yazan ya da söz dizimini iyi bilen değil, içsel tartışmaları olan, öğrenmeye ilgi duyan, ona verilen her şeye kanmayan, suç duyurusu konusunda cesaret gösterendir.” Bu ihtiyaçlara eklemeler yapabilirim. Yeni fikirler üretebilen (felsefe yapabilen), doğruya ulaşana kadar derin araştırmalar yapabilen, yarattığı fikirleri sağlam temellerle birlikte sunabilen, bilimsel verileri kaynak gösterebilen, kendine ve karşısındakine soru sormaya korkmayan, yaşam boyu okumayı ve öğrenmeyi ilke edinebilen, dürüstlüğü yaşam biçimi hâline getirebilen yazarlara ihtiyacımız var. Veya tersini düşünebilirim. Oradan, buradan ödünç aldığı kopya düşünceleri birleştiren (Ayn Rand’ın dediği gibi elden düşmeci), yazdıklarına inanmayan, yazdıklarının kendisi için öneminin bile ne olduğunu fark edemeyen, yeni fikir yaratmaktan yoksun, kendi ve yaşadığı toplumun gerçekliğinden uzak, yönetimi elinde bulunduranların gücüne hayranlık duyan, güç için yanındaki dostuna -yazısını kopyalayarak- ihanet eden, yanlışı aklamak için başkalarının yandaşlığını ve reklamını yapan, topluca söylenen her söylemin doğruluğunu sorgulamadan savunan, şiddeti normalleştiren, mantığa ihtiyaç duymayan, tek eylemi gerekirse o kara rengini yapay boyalarla değiştirip beyaz koyunların olduğu o sürüye dahil olup mümkün olduğunca aynılaşmaya ve bağlılığa ihtiyaç duyan, iç güdüsel olarak birbirini tanıyarak aynı yöne, aynı amaca toplu hâlde (yıkıma, uçuruma doğru) yol alan, yalnızlıktan ve tek başına var olmaktan korkan, yeni görüşlere tahammül edemeyen, fikirlerini gerekirse zorlama ile zorbalıkla kabul ettirmeye çalışan, özgürlüğün ne demek olduğunu unutan, kendini kendi içinde aramaktan vazgeçen, başkalarına bakmaktan oranın (kendinin) neresi olduğu hakkında hiçbir fikri olmayan, olduğu kabın şeklini kolayca alabilen ve oradan çıkıp başka deneyimler edinmeye korkan, dinlemeyen, duymayan, arada duyduklarını da anlamayan, tekrar eden düşünceleri okuyucunun anlayamayacağını sanan, sıkıcı olduğunun farkına varamayan, yazarlara ihtiyacımız yok. Bu düşünce akışını bırakıp yine ağaçların altındaki o yere dönüyorum.
Birbirimize karşılıklı kendimizle ilgili, yaşadığımız çevre ile ilgili -dürüstlüğün zalimliğine aldırmadan- suç duyurusunda bulunuyorduk. Genç kadının anlattıklarımızdan varabileceği tek nokta belki de bizi ötekileştirip bunların kafası karışmış diye başlayan düşünceler eşliğinde, tuhaf bakışlarıyla, bize geri yansımaktı. Sonra da bunlar neyden bahsediyor, benim burada ne işim var gibi sorularla düşüncelere dalmaktı. Şaşkın bakışları ansızın beliren bir soruyla karşılık buldu.
Ona, “Hayata dair soruların mı var?” dedim.
“Nasıl sorular?”
“Mesela, batmış göçmen teknesinden denize düşüp karaya yüz üstü vuran o çocuğun denize düşmeden önce annesiyle neler yaşadığını, tacize uğrayan çocukların büyüdüklerinde cinselliğe yaklaşımlarını, travmaları ile baş edip edemediklerini, cinsel eğilimlerinin ne yönde etkilendiğini, şiddete uğramış bir kadının aynı yaşlarda kızı olan diğer bir kadın polis tarafından nasıl karşılandığını, ailesinin sorumsuzluğu, genetik veya beklenmedik kazalarla fiziksel farklılıkları olan genç bir bireyin güzellik anlayışını, çocukluğunu yaşayamadan evlendirilmiş, kardeşleri tarafından öldürülmek için takip edilen bir kadının neler hissedebileceğini ve onun aşkı hiç yaşamadan hayatının sonlanmasının nedenlerini hiç sormadın mı hayata?”
O an kurduğum cümleden anladım ki, öykülerimin ve romanlarımın konularını hayata sorduğum sorular (kendi içine yapılan yolculuk nasıl olur ve hayatın anlamı nedir?) belirliyordu. Bana göre yazmak, yaşama karşı sorularımın ve yaşamla ilgili sorunlarımın olmasıydı. Soru yoksa çözüm arayışı da olmayacaktı. Sorunun ne olduğu kavranamadıysa, anlaşılamadıysa yine çözüm de üretilmeyecekti. Ters giden bir şeyler var deyip, sızlanılıp döngü içerisinde bitişe varana kadar debelenmek yerine hayata karşı sorulan soruların cevabını aramaktı, sorgulamaktı yazmak. Yani, cevap için soruyu sorduğum hayali kişiyi -karakteri- sıfırdan inşa edip, onun içine girip o olmalı ve sonra onu sorunların tam ortasına bırakmalıyım. Onunla yaşamalı, eğlenmeli, hüzünlenmeli ve sonunda onu anlamalıyım. Ve sonra ona veda etmeliyim. O nedenle karaktere girmek oldukça zorken belki de girdiğim karakterden geri çıkmak da bir o kadar daha zor. Rolüne hazırlanan bir oyuncu gibi adeta. Evladını kaybeden bir anne, aşkla tanışmamış yüzü yaralı bir genç kız, sevgilisi bıçaklanan bir adam, suçluyu takibe almış kadın bir polis, tarlada pamuk işçisi, geleneklere sıkışmış bir ırgat, uzun süre tedavi görmüş bir akıl sağlığını yitirmiş bir Melek, onu tedavi etmeye çalışan bir psikiyatrist olabilirim, oldum da. Bu kadar farklı hayat, düşünce, duygu çeşitliliğinden sonra dünyayı algılayış ve anlamlandırma şekli güçlü bir değişime uğramakta. Dolayısıyla edebiyat söz konusu ise cümleler, düşünceler oradayken, ruh çıplakken, fiziksel olarak kel ve çıplak olmanın hiçbir önemi yoktur. Ve çıplak bir ruh ona sahip olan ve onu algılayan için oldukça korkutucudur. Bir süreliğine…
Evrenin öngörülemez rastlantılarla beni bir oyuna davet ettiği o gün, salıncakta yan yana yavaşça sallandığımız iri kahverengi gözlü, beyaz tenli, kızıl kıvırcık saçlı, kırmızı rujlu, hayata şakın bakışlı genç kadının anlattıklarından sonra anladım ki “Neden böyleyim?” sorusunu henüz kendine sormamıştı. O, yaşadığı toplumdaki olaylara, diğerlerine olanlara değil, kendi yaşadıklarına şakındı ve herkes gibi sevgiyi arıyordu. Doğru yerde, zamanda, mekânda ve kişide olup olmadığını sadece deneyimleyerek öğrenebilecekti. Hayat ve kişiler onlara sorulan sorularla anlaşılabilir. Neden böyle düşünüyorsun, neden böyle söyledin, neden bunu yaptın diye sormak yerine kaçıp gizlenmek de bir tercih meselesidir. Sevgiler, dostluklar, aileler kısacası ilişkiler yanlış anlaşılmanın kurbanıdır.
Bu hayatta diğerlerinin sizden alamayacağı ve size veremeyeceği iki önemli şey vardır. Birincisi öğrendikleriniz, ikincisi ise deneyimlerinizdir. Çünkü benim yaşadığım o gün, hayalde veya gerçekte sadece bana ve o ana özeldir. Yani, bu yazı kopyalanamaz ve kopya değildir, çağrışım olarak kullanılabilir. Yazmak üzerine sırf teknik bilgi içeren bir yazıyla başlamak istemedim. “Google”a sorarsanız o tür yazılara ulaşabilirsiniz. Bu yazıda, aralara gizlediğim teknikleri bulmak ise size kalmış. Çok acil soru sorabilme cesareti gösterebilen, sorular ve sorunlar karşısında çözüm odaklı yaratıcılara (alanında mevcut yapıyı geliştirebilen, bilgiyi, deneyimi ve öngörüyü sentezleyerek yeni fikirler üretebilen ve onları uygulayabilen kişilere) ihtiyacımız var. Yazmak üzerine diğer maddelerle devam edecektir.
Ayn Rand: “Tarihin başlangıcından bu yana, iki hasım her zaman karşı karşıyadır. Biri yaratıcı, diğeri de elden düşmecidir. İlk yaratıcı tekerleği icat ettiği anda, ilk elden düşmeci buna tepki göstermiştir. O da hayırseverliği icat etmiştir. Tarihteki her dehşet verici olay, bir hayır uğruna yapılmış görünür.”
Yorum Yazın