Çok yakın bir dostum, hayatına yeni insanlar almayışından övgüyle bahsedince onun bu davranışını kendimce uygulamaya çalışmıştım. Çünkü dostlarımın sözlerine ve davranışlarına fazlaca önem veririm. Bir zaman sonra hem dostumun hem de kendimin mutsuzluk seviyesinde bir azalma görmeyince bu uygulamamı sorgulamaya başladım… Öyle ya, yolunda gitmeyen bir şeyler vardı!
Bazı basmakalıp sözler vardır ya, basmakalıp olduğu bilindiği halde uyulurlar… Mesela, “Bir lisan bir insan.”, gibi… Kaç kişinin bu sözü dayanak gösterip dil öğrenmek arzusunu sanki zorundaymışçasına haklı çıkarma uğraşına şahitlik etmişimdir. Daha çok hoşuma gidense, “Her insan bir dünya…”, sözüdür. İlk söz ile çok yakın anlamlı olsa bile bu söz nedense ilkinin gölgesinde kalmış ve onun kadar tatbik edilmemiştir… Hâlbuki “bir insan”ın kapısını açtığı için sitayişle dil öğrenilirken; bambaşka bir dünyanın kapısını açtığı bilindiği halde yeni bir insanla tanışılmakta dil öğrenmek kadar istek duyulmuyordu…
O ülkeden bu ülkeye gezmek için kendilerini paralayanların; o dünyadan diğer dünyaya gezmeye, - üstelik bedava ve vizesizken – bu kadar tepkisiz kalmasını manalandıramamışımdır.
Ve nihayet başkasında manalandıramadığım bu davranıştan kurtulmaya karar verdim. Aslında bu karar beni buldu; tatilde, Avşa’dayken…
Avşa’da karşı komşumuz Aynur Hanım’ın misafirperver davranışını nasıl unutabilirim ki! Hiç tanımadığı halde yaptığı ikramlar, tatlı sohbetiyle sunduğu acı kahveler, bahçesinden koparır koparmaz verdiği meyvalar bana içinde sıkıştığım dünyanın ötesinden gibi gelmişti… Ki zaten ötesindendi, o yeni tanıdığım insanın yeni dünyasındandı…
Ya sanki mecburmuşçasına her dükkanın önünden geçişimde türlü iltifatlarla günümü neşelendiren dondurmacı Bülent ve Levent kardeşler… Tatlı dilleri, sattıkları dondurmadan daha tatlıydı…
İstanbul’a dönüşümde de bu güzel ve yeni dünyalara yolculuğum sürdü… Değerli dostlarım Gülden Hanım’ın ve Kadri Bey’in davetiyle Sedef Adası’na gittim. Ada motöründe Kadri Beylerin komşuları Mehmet Bey ile beraber yolculuk yapmışız. Bizi akşamüzeri çaya çağırdı… Düşünebiliyor musunuz? Hiç tanımadığınız birini, sırf komşunuzun misafiri diye misafir etmek istiyorsunuz? Sizinde şu yaşadıklarınız karşısında, bu güven, bu insanlık hâlâ varmış diye gözleriniz yaşarmaz mı?
Sonra akşamüzeri oldu, gözyaşlarım kurudu ve Mehmet Beylerin evine gittik. Evlerinde en az Mehmet Bey kadar iyi ve misafirperver eşi Esen Hanım’ı tanıdım. Sonra misafirliğe gelen kibar ve güler yüzlü Kurtuluş Hanım’ı ve kocası Erol Bey’i… Sanki kırk yıllık ahbapmış gibi yaptığımız sohbet, bana, ziyaret ettiğim yeni dünyaların güzel bir lütfü değilse neydi?
Acı bir haber alıp gittiğim Bodrum’da minibüs beklerken bizi karavanlarına alan Almancı aileyi anlatmasam eksik kalırdı… Hele bir şey ikram edebilmek için karavanda dört dönmelerini hayretle seyretmiştim. “Gerçek misiniz?”, diye sormak istedim, ayıba kaçar diye vazgeçtim. İyi ki sormamışım çünkü en az enflasyon kadar gerçektiler…
Bana soracak olursanız kişinin fıtratında seyahat etmek vardır; dolayısıyla her kişi bir seyyahtır. Bu seyahat o coğrafyadan bu coğrafyaya gitmekle yapılanından değil, o insandan bu insana yapılanından bir seyahattir… İnsan insanın seyyahıdır!
Uzaydaki göktaşlarını keşfe koyulmuş insanoğlu, henüz kendinin içindeki dünyaları tam tanımadan… Zaman zaman eskinin özlemiyle iç çekişini şimdi daha iyi anlıyorum. Yeni dünyaları tanımayış, şimdinin tek dünyasını beğenmeyiş, eskiyi yüceltiyor. Hayat mı? O yeniden yeniye…
Yorum Yazın