Güçlü bir at kişnemesi, bozkırda çığlık çığlığa yükseldi. Bir zamanlar göz alıcı bir doru rengi olan at, başını kaldırıp, kulaklarını dikti. Çukur yerlerinde incecik bir buzun biriktiği akik sarısı gözlerini alabildiğine açıp, bembeyaz ovaya baktı. Yoktu. Ne bir dörtnala koşma sesi vardı ne de buğulu bir ter kokusu.
Yeniden uzun yalnızlığına döndü. Belki farkında belki de değildi ama o çoktan hesaptan düşülmüş, defterden silinmiş bir attı. Terk edilmişti. Ölmeye yatırılmıştı. Yılkıya bırakılmıştı…
Güçlü bir öksürük sesi, ışığa boğulmuş Hükümet Meydanı’ndan yükseldi. Merkez Lokantası’ndan çıkanların konuşmaları duyuldu. Çamlık gazinosundan gülme sesleri geldi.
Adam, gece lambasının solgun ışığında kitap okuduğu küçük yataktan kalktı. Otel odasının hanidir silinmemiş penceresinden dışarıya baktı. Uzayıp giden Lise Caddesi bomboştu. Ölgün bir neon ışığıyla aydınlatılmış otel girişinde bir ya da birden çok insan görebilmeyi umdu. Yoktu. Gözlerini oda kapısına dikti. Tütün ve rakı kokuları yayarak içeriye girecek, alçak sesle “Yozgat Sürmelisi” söyleyecek insanlar görmeyi diledi. Yoktu…
Yeniden uzun yalnızlığına döndü. Yatağına oturdu. Anımsayamadığı kadar uzun bir süredir yaşamakta olduğu bu bakımsız otel odasına göz gezdirdi. Duvarlara sığmayıp koridora taşmış yağlıboya resimler, şiirler, meydan sazı, boya tüpleri, limon sandığı tahtalarından yaptığı uyduruk tuval ve tek kişilik bir somya.
Sonra da bütün bunları kaplamış, duvarlara çöreklenmiş, çarşaf ve yastığa sinmiş anılar. Kirli perdeye, tavandaki çıplak ampule yapışmış anılar. Unutulmuşluklar. Yaşanmamışlıklar. Sabah doğup, akşama varamadan ölmüş umutlar, kırıla kırıla un ufak olmuş hayaller.
Başka? Otuz beş yıldır sürüp giden bir uzun yalnızlık. Kesik bir kol gibi omuz başında duran ve her gün, her dakika insanın gözünün içine giren, asla kaçılamayan acıtıcı bir kimsesizlik.
Bir kez daha anladı. O çoktan hesaptan düşülmüş, defterden silinmiş bir insandı. Terk edilmişti. Ölmeye yatırılmıştı. Yılkıya bırakılmıştı…
Yılkı Atı, Can Şenliği, Çelo, Yorganımı Sıkı Sar kitaplarının yazarı Abbas Sayar, yaşamının uzun bir dönemini memleketi Yozgat’taki bir otel odasında yapayalnız geçirdi.
Yılkı Atı romanını yazdığı sırada, aslında Abbas Sayar da bir yılkı atı durumundaydı. Kimi kimsesi kalmayan, bakımları iyice zahmetli bir hale gelen atların, götürülüp ıssız doğaya salıverilmesi gibi, o da bu karanlık otel odasına bırakılıvermişti işte ve direnmeye çalışıyordu.
Bir gün bir çiftlik sahibinin, “bakamıyorum” diyerek çiftlikteki otuz kadar atı dağa bayıra götürüp, yılkıya bıraktığını duydu. Bu atları merak etti. Günlerce yılkı atlarını aradı. Sonunda ıssız bir dağ yamacında buldu onları. Çoğu bu zor hayata dayanamayıp ölmüştü. Bazılarını kurtlar parçalamıştı. Geri kalanlar ise umutsuzca da olsa direniyordu. Soğuğa, açlığa, kurtlara dayanmaya çalışıyor ve az çok bunu başarıyordu.
Nedir, yalnızlığa ve kimsesizliğe karşı tıpkı insanlar gibi zayıftılar. Sayıları azaldıkça, yalnızlıkları çoğalıyordu. Bu nedenle duymak istiyorlardı ıssız bozkırda bir kişnemeyi, bir nal sesini…
Abbas Sayar, yılkı atlarını izlemeyi sürdürdü. Acımasız kar fırtınalarında, çatır çatır şimşekli bulutlar altında onları seyretti durdu. Atların, bozkırın o yoğun ıssızlığında en küçük bir nal sesinde, ufacık bir değişik kokuda gözlerinin nasıl umutla parladığını, sonra da adeta bir hayal kırıklığı içinde nasıl o uzun yalnızlıklarına döndüklerini gördü.
Kendisinin de o ıssız otel odasında insana özgü herhangi bir ses duyabilmek için nasıl geceler boyu kulak kabarttığını hatırladı. Bir öksürük, bir gülme, bir küfür, bir sarhoş narası ve en çok da bir kadın sesi işitebilmek için nasıl saatlerce boş yere beklediğini düşündü. Bazı atlarla kimi insanların kaderlerinin bu kadar benziyor olmasına şaşırdı ve oturdu, yılkıya bırakılmış bir insan olarak Yılkı Atı’nı yazdı.
Abbas Sayar’ın hayatı yalnızlıklar içinde geçti ve o da tıpkı bir yılkı atı gibi kendisinin seçmediği, kendisine dayatılan bu yalnızlığa direndi durdu.
Yozgat Lisesi’ni bitirip İstanbul’a giderken yalnızdı. Edebiyat Fakültesi’ndeki öğrenciliği sırasında yalnızdı. Yozgat’a dönerken de yalnızdı.
Sonunda yalnızlığını değiştiremeyeceğini anladı ve bir yılkı atı gibi direnmeye karar verdi. Ücra bir otele yerleşti. “Yılkılığını” geçireceği odaya küçücük bavulunu koydu. Sonra günler ve geceler boyu şiir yazdı, resim yaptı, saz çaldı, türkü söyledi.
Şiirleri okunmadı, resimleri görülmedi, türküleri dinlenmedi çünkü yalnızdı...
Kimileri onun için “Türk edebiyatının kapalı kapısı” dedi. Doğruydu ama kapalılık Abbas Sayar’ın suçu değildi. Kimse kapısını çalmadığı için kapalı kalmıştı o. Oysa nasıl da yıllarca beklemişti tıpkı Sait Faik’in yazdığı gibi, “birisinin arkamızdan hişt, hişt” demesini.
Olmadı. Kimse arkasından “hişt, hişt” diye seslenmedi. “Bozkırın edebiyatçısı” Nail Abbas Sayar, 12 Ağustos 1999’da öldü. Okumakta olduğu son kitabın, “Atları da Vururlar” romanı olduğu söylendi.
Söylenti işte...
Kemal Tahir gibi ama farkı, şiirleri, romanları ve anılarıyla orta Anadolu’nun gönüllü mahkumudur, Abbas Sayar. Kimi kategorilerde Köy Enstitülü romancıları içine sokulmaya çalışılmışsa da, anlatımı ve edebi derinliği ile çok farklı yerdedir. Eserlerine de yansıttığı ruhundaki "yılkı”lık dürtüsü depreştiğinde, verili düzenle bağlarını koparmaktan çekinmemiştir. Bu dönemlerinde seçtiği yaşama biçimi (Tarlabaşı'nda bohem bir yaşamı, sonu hep kötü biten ticareti, gazete yayıncılığı ve yazarlığı gibi onca işi) ve katlandıklarıyla Türk Edebiyatına damıttığı şiirleri, romanları, anıları kazandırmıştır.