Bir insan, varken anlaşılmıyor ise o, onun değersizliğinden değil ona “değer” veren toplumun, minimize edersek, birim birim önce karşımızdaki kişidendir. Aile, komşu bulunduğumuz ilk ortam. İster okul olur, ister iş yeri, ister arkadaş ortamı. Neyse ki yaşarken de kıymeti, itibari, değeri bilinenler var. Onlardan biri üzerine bu yazıda.
KIYMET BİLMEK
Farkında mısınız, giderek eksiliyor ve giderek kan kaybediyoruz.
Yıllarca anlatmaya çalışan Prof.Dr. Oktay Sinanoğlu şu hallerimizi görse elbette söyleyecek çok sözü bulunurdu. Lakin yeterli olur muydu? Yine tartışılır, anlaşılmaktan uzak yaşam sürmek bir boş vermişlik ile beraber, esasında kanıksanmış bir yaşam biçimidir. Geçtiğimiz sokaklarda tabela isimlerinde değişen Türkçe, konuşmaya, halkın arasında gündelik halini almaya başlayalı çok oldu. Doğru konuşamazsan sınıfını geçemediğin, doğru hareket etmezsen, adamdan sayılmayacağın ve üstüne diploma bile verilmeyen eğitim sistemlerinden bu günlere vardık.
Eskilerin ilkokul eğitimi, bitirme sınavları ile noktalanırdı. İkinci dünya savaşının başında doğmuş olanlar, böyle bir tedrisattan geçerdi.
Rahmetli babam, hayatta yanlış bir iş gördüğü zaman çoğu zamanda karşısındaki kişiyi rencide etmeden “Hay, sana diploma veren öğretmene” der, sözü noktalardı. Tabii karşısında ki insanın bunu anlayabilmesi bile belli bir zaman meselesi. İdrak, akıl ile mantık arasında geçiş neticesinde şekil alıyor.
“Değer” dedik, geçtiğimiz haftalarda belki de bizim için müzik dünyamızın özel kapılarını aralayan, dünyada Eurovision, adında uluslararası bir yarışmadan haberdar olmamızı ve bizi ekrana bağlanmamızı sağlamakla kalmayıp, bizim gibi çocuklar içinde henüz bilmediğimiz içinde kendi kendimize, “dö puan, van puan” diye yarışma boyunca söylendiğimiz, yarışma. Eurovision ve ardından yarışma programları; daha doğrusu kültürün, eğitimin yarıştırıldığı, boş boş zaman geçirmek değil temelinde, bilgi ve öğrenmek olan yarışma programlarından ve onun duru, güzel Türkçemizden öğrendik. Önce rahmetle, Bülent Özveren’i anarken şimdi aldığımız diğer haberi ile sanki çocukluğumuzdan bir an daha kopuverdi.
ANLAR VE ANILAR
Anlar, anıları oluşturuyor…
Zaman mı eskiyor, yoksa içinde biz debelene dururken, yaşlandığımızı ve bir gün hepimizin gideceğini, geldiğimiz gibi bilirken, ölümsüz olmadığımızı unuttuğumuz, hayat mı?
Hayat, geçiyor eksi ve artıları ile ve o zaman tünelinden bazıları, hem de o güzel ve yalın Türkçe’leri ile “Hoşça kal” derken biraz daha büyüyoruz, kendi hoşçakalımıza biraz daha yaklaşırken.
Değerler, değersizlikler arasından zıplayıp kendini, “Ben, buradayım!” demeye çalışmasına rağmen bu güzel ve zengin toprakların, nadide evlatları bazen de doğa ve fizik kuralları neticesinde ayrılıyorlar.
Bugün, dün geç vakitlerde öğrendiğimiz haberi ile yine içimizden koparılan ama anısı her zaman büyüyerek çoğalacak, o güzel insanı uğurlayacağız yarın, Zincirlikuyu Camii ve ardından ebediyete…
Ve biz onu, önce kekelemeleyi, mücadeleyi, çözümü kanarya suyunun ortak kabından içtiği su ile bulduğumuz.
Babamın, amcamın ve birçok değerimizin yetiştiği, İstanbul Fatih ilçesinin güzide ve tarihi, üç, dört lisesinden biri olan Pertevniyal Lisesinin bahçesinden, sıralarından, mezunlarından ve tanıyanlarından.
Spor ve en çok Fenerbahçe.
Beyefendilik, efendilik, mesleki yeterlilik, ,insanlık ama şahsımın naçizane yüreğinde, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızın tartışmasız ismi.
ATATÜRK’ün emanet ettiği ve dünyada hiçbir ülkede olmayan bu eşsiz bayramı, o zamanların Spor şimdilerin, kongre merkezlerinden bildik.
Tanıdık, sevdik.
Dünyaya ayrıca açıldı, Hollywood’un prensesi Audrey Hepburn ile çocukları, ilk kez birlikte ve Türkiye’de sardılar.
Öncesi vardı elbette, henüz futbol tarihinde, Pele, Pele olmamış yedek kulübede beklerken o yaptığı röportaj ile golü dünyaya atıyordu.
1954, Dünya kupasında yaptığı haber yayınlanana kadar Pele de ünlü oluyordu ama Brezilya,Pele ile ilk röportajı yapan Halit Kıvanç’ı, bir hafta konuşuyordu.
O yalın, o güzel bir duruş, duruş içinde beyefendilik ile örnekti. Takım elbise içinde, elbiseyi doldurabilen şahsiyetlerden.
Birkaç yıl önce İstinye’de, cadde de bir Pazar günü görür görmez, koştum yanına. Elini öpmek istedim önce “Aman efendim, böyle zarif hanımefendi” dese de, ben alnıma elini götürürken, şu an yazdığım satırlar arasında gözlerimin dolmasına sebep olan, çocukluğumun bir büyüğünü, yol göstereni ve insanını taşıyordum.
Taşımaya da devam edeceğim.
İçi doldurulmamış hayatlar içinden geçerken şikâyet ettiğimiz ama ortamlara, yazıp çizilenlere, tüm toplantılara, tüm sözde eylemlere baktıkça, giderek eksilen “insan ve doğru” olmanın, doğru kalmanın sığlaştığı, bu dünya denizinde, her irtifa kaybettiğimde, bana yeniden “Kendine gel! Sen, bunlarla büyüdün! Temelin ne ise sen, osun! Ve elbette kendinin, kendine katabildiklerisin! Tüm nitelikler ve niteliklilerle!” olgusunu, yeniden hatırlatacağı için.
Hayatıma kattıkların, öğrettiklerin, samimiyetin, örnek kişiliğin ve duruşun için, sevdiğin olgulara sahip çıkışın, bildiğin yoldan şaşmayışın için teşekkür ederim.
Her daim yüreğimde, ruhumda onurla yaşayacaksın, değerli Halit Kıvanç büyüğümüz.
Sonsuz saygı ve sevgilerimle…
İyi ki bizim ülkemizden geçtin.
Yorum Yazın