Başarılı Şehir Planlamacısı ve Kentsel Strateji Uzmanı Ali Faruk Göksu ile Kentsel Dönüşüm ve İstanbul üzerine derinlemesine bir sohbet gerçekleştirdik. Sohbetimizde deprem bölgesindeki facianın etkisine de değindik, Türkiye’de mimariye verilen önemin geri planda kalmasına da… İstanbulluların oldukça yüzgöz olduğu Kentsel Dönüşüm kavramının teknik kısımlarıyla ne ölçüde örtüştüğünü, yanlış bilinenleri de vurgulayarak tüm detaylarıyla anlattı bizlere Ali Faruk Göksu…
Muhalif Röportaj / Oğuz Büber
Bir İstanbullu yaşadığı çevrede muhakkak kentsel dönüşüm projelerine tanık olmuştur. Kendi konutunda bunu yaşamasa bile etrafında bu uygulamaların yapıldığını görmüştür. Hatta hep şu muhabbet döner etrafta: “Sizin oraya kentsel dönüşüm geldi mi? Sizin bölgede olacak mı?” Bu konuşmalar ve sorgulamalar hiç bitmez, sürekli inşaatlara tanık oluruz. Halkın hissettiği anlamda kentsel dönüşüm bu.
Peki teknik anlamda nedir kentsel dönüşüm? Yalnızca bina ya da binaların yıkılarak aynı yere daha sağlamının yapılması mı? Ya da çarpık yerleşmiş bir sokağın yıkılması sonrasında yerine site görünümlü binalar yapmak mı? Biz bu konuyu uzmanına, başarılı Şehir Planlamacısı Ali Faruk Göksu’ya sorduk…
ODTÜ, Şehir Planlama Bölümünden 1984 yılında mezun olan Ali Faruk Göksu’nun yer aldığı projeleri konuşmaya kalksak sayfalar boyu sürer. Önemli birkaç projesinden bahsederek sizlere kendisi ile gerçekleştirdiğimiz bilgilendirici sohbetimizi sunalım.
Batıkent, Portakal Çiçeği Vadisi ve Zafertepe Gecekondu Projesi olmak üzere kamu, özel sektör ve yerel örgütleri bir araya getiren birçok katılımcı büyük ölçekli projelerde yöneticilik görevi üstlenen Göksu; kurucu ortağı olduğu Kentsel Strateji şirketi ile kentlerin geleceği için stratejiler, yenilikçi model ve öneriler geliştirmeye devam ediyor.
Sayın Göksu ile gerçekleştirdiğimiz keyifli olduğu kadar bilgilendirici sohbetimiz şöyle:
Oğuz Büber: Kentsel dönüşümü göz önüne aldığımızda İstanbul için nasıl bir vizyon oluşturulmalıdır?
Ali Faruk Göksu: İlk yapılması gereken kentsel dönüşüm tanımının net hale gelmesidir. Bizde kentsel dönüşüm gayrimenkul geliştirme olarak algılandı. Bütün uygulamalar da buna uygun olarak düzenlendi. Bugüne kadar kentsel dönüşüm adı altında İstanbul’da, Anadolu’da yapılan hemen hemen bütün projelerin, hatta diyebiliriz ki yüzde 99’u gayrimenkul geliştirme.
Sadece yıkıp yapmak kentsel dönüşüm değil gayrimenkul geliştirmedir
Kentsel dönüşümün birinci amacı gayrimenkul geliştirme değildir. Gayrimenkul geliştirme piyasa güçleriyle olur. Bakıyoruz kentsel dönüşüm dediğimiz projelere, hepsi piyasa koşullarında oluyor. Bir yerde bir müteahhit var, bir yerde bir arsa-mülk sahibi var; imar hakları arttırılıyor, karşılıklı anlaşıyorlar ve inşaatlar yapılıyor. Kentsel dönüşümün gayrimenkul geliştirmeden farkı özellikle sosyal ve ekonomik bileşenleri dikkate alan uzun vadeli eylemler bütünüdür.
Yani; siz sadece yıkıp yapmayı, yoğunluk arttırmayı kentsel dönüşüm diye açıklayamazsınız. O gayrimenkul geliştirmedir. Kentsel dönüşüm; toplumsal boyutuyla, ekonomik boyutuyla, yoksulluk alanlarının canlandırılması ve kalkınmanın sağlanması boyutuyla düşünülmelidir. Onun için hep söylenir ya; birileri kentsel dönüşüme karşı diye. Birileri kentsel dönüşüme karşı değil, birileri gayrimenkul geliştirmeye karşı.
O.B: Yakın zamanda Kuram Kurucu Uygulama Batıkent isimli bir kitabınız yayımlandı. Bu kitap Batıkent projesinin ne kadar başarılı olduğunu gözler önüne seriyordu. İstanbul’da da böyle derinlikli, başarılı bir proje ortaya konabilir mi? Yeterli kaynaklar, alan, zaman mevcut mu?
A.F.G: İstanbul’un kapasitesi doldu diyebiliriz, 18 milyon insan var. Benim tespitim bu yönde. Kuzeye doğru bir baskı var, ancak oralar da doğal alanlar. Bir baskının olmaması gerekli. İstanbul eğer büyümeyecekse, belli bir oranda yıkılıp yeniden yapılaşacak. Ama bu açık alanları yaratmamız için, kamusal alanları yaratmamız için seyreltme yapmamız gerekiyor. Yeni yerleşim alanlarına ihtiyaç var.
İstanbul’un sorunu İstanbul odaklı çözülemez, ulusal ölçekte yerleşim stratejisi gerekli
Temel soru ise şu: “Bu yeni yerleşim alanları nerede olacak?” Hükümet iki yer açıkladı; bir batıda, bir de doğuda. Bu ne kadar doğru? Bu da soru işareti. Çünkü büyük resme bakmamız lazım. İstanbul’un sorununu İstanbul odaklı çözemeyiz. İstanbul nüfusunun seyreltilmesi için, bu sadece İstanbul için değil, İzmir için de geçerli, büyük kentler için de geçerli. Ulusal ölçekte bir yerleşim stratejisi geliştirmek lazım. Bu ulusal strateji için de bir takım tematik kentler belirlenmesi lazım, bölgesel ölçekte düşünüp. İstanbul’u, İstanbul odaklı düşünemeyeceğimiz gibi olmalı bu. Gelişen kentler yaratmamız lazım: Kayseri, Denizli, Diyarbakır, Mersin, Adana gibi 10 tane kent. Sanayisi ile, turizmi ile, kültürü ile, tarımı ile önemli cazibe merkezleri olacak şekilde. O zaman buralarda belki yeni şehirler yaratacağız.
O.B: Peki, bu durum Türk insanı için gerçekçi mi? Herkes İstanbul’dan şikayetçi; Kalabalıktan, yaşadıkları zaman kaybından, köprü trafiğinden gibi gibi, bir sürü şey sıralayabiliriz. Ancak gidelim denildiğinde giden kimler olacak? Kimse gitmek istemiyor.
A.F.G: Şu şekilde olacak. Zorla zorunlu göç diye bir şey olamaz. Ama burada gelişen kentler dediğimiz, cazibe odaklarında birtakım iş olanakları, birtakım teşvikler yaratmak lazım. Örneğin, Bahsedilen şehir Bursa ise Bursa-İstanbul arasındaki mesafe bir saat-bir buçuk saat sürüyor. Kayseri ise, eğer orada o iş olanağını yaşatıyorsan orası da cazibe merkezi yapılabilir.
Şimdi Anadolu’ya dönüş zamanı
İstanbul’da yaşayanların yüzde 80’i 80 ilden geldi zaten, kökenleri Anadolu. Bunları tekrar Anadolu’ya çekmenin birinci formülü şudur. Nasıl İstanbul, İzmir, Ankara bütün Anadolu’yu çekti 70’li, 80’li yıllarda. İş, eğitim ve yaşam kalitesi asıl nedenlerdi. Bu üç şeyden dolayı insanlar geldi. Şimdi artık dönüş zamanı. Bunu zorla değil, o kentleri cazibeli hale getirerek yapabiliriz. Bu bir ulusal yerleşim stratejisin geliştirilmesi ve bölge planlaması dediğimiz bölgesel ölçekte olaylara bakmamız lazım. Bunun en güzel örneğini 11 ili kapsayan bölgesel depremde görüyoruz. Bize verdiği mesaj şu: Yıkılan kentleri, yıkılan kentlerin çevresinde mi geliştireceğiz? Ya da bu kentler arasında bir ilişki sistematiği kurup, (Kahramanmaraş ile Gaziantep arası 45 dakika) Büyük resme bakarak, yeniden bir yerleşim alanlarının seçiminin yapılması lazım.
O.B: 11 ili etkileyen büyük bir deprem felaketi yaşadık. Bazı şehirlerimiz için tamamen yok oldu desek yanlış olmaz. Bu şehirlerin mimari açıdan eski haline getirilmesi mümkün mü? Şehir merkezleri ne kadar süre zarfında eski görünümüne kavuşabilir? Geri gelmeyecek unsurlar neler olacaktır?
A.F.G: Antakya, Maraş, İskenderun vb. en çok etkilenen yerlerdi. Bu alanların bana göre yüzde 10-15’i eski alanlar. Eski Hatay, eski Antakya; tarihi değeri olan yerler. Diğerleri ise zaman içerisinde hızlı kentleşme ile oluşan kimliksiz yapılaşmalar. Burada şuna karar vermek lazım. Bu kentlerin özünü, yeniden o kimlikle tasarlayıp yapmak lazım. Orayı yıkıp, ortadan kaldırmak doğru değil. Çünkü öz orada; o özün vermiş olduğu birtakım değerler, yaratmış olduğu toplumsal zenginlik var. Bunların korunması gerekiyor. Ama bu öz küçük bir alanda, Antakya ise oldukça geniş. Bu tarihi olan, küçük alan yanlış değil; sonradan oluşan geniş kısım yanlış. Yani özün dışındaki kabuk yanlış. Bunların yeniden değerlendirilmesi lazım. Yarısı yine aynı yerde yapılabilir, seyreltilir. Yarısı yeni yerleşme alanlarına gidebilir. Ama bu yeni yerleşim alanları tepelere çıkacağız gibi mi olacak? O durumda şehir olmuyor, bütünleşme gerekli.
TOKİ şehirleri kavramı
Bugüne kadar TOKİ hep binalar yaptı. Tamam bir kısmı yıkılmadı ancak ikili şehirler yarattı. Bugün Mardin’e gittiğimizde, Tokat’a gittiğimizde o bölgelere TOKİ şehirleri deniliyor. Buraya döndüğümüzde Maraş’ta da var. O TOKİ şehri bütünleşemez. Kimliğini kaybediyor, ruhunu kaybediyor, ilişki sistemleri kayboluyor. Bir şehri yaratmak kolay değil. Biz bir şehir yarattık 80’li yıllarda Karayalçın’ın projesi çerçevesinde. Orada şunu gördük: 10-15 yıl sürdü. Bin hektarlık, 50 bin konutluk, 250 bin kişinin yaşadığı bir kent oluşturuldu. Tabii ki o günün koşullarında sürenin uzun olması anlaşılabilir, kaynağın bulunması zordu.
Şimdi tabii teknoloji gelişti, finansman olanakları daha fazla. Yeni şehirler hızla kurulabilir, çok aceleyle kurmaya gerek yok. Ama bir şekilde de sokakta kalan 2,5 milyon insan var. Onların öncelikle yerleşim sorunlarını çözecek, ondan sonra da bölgesel ölçekli yeni yerleşim alanlarını belirleyecek ve en önemlisi de herkesi bu sürecin içine katacak; en azından tasarım sürecine katacak.
Sadece yerleşim tasarımı, mimari tasarım değil yeni bir sistemin tasarlanması lazım
Çünkü TOKİ diyorsunuz, çekmeceden aynı tip projeleri çıkartıp; 3 katlı, 5 katlı binalar gibi tek kriterli değil. Tasarım çeşitliliğini sağlayan, oradaki gençleri, işsiz kalan ofis çalışanlarını, ulusal düzeydeki tasarımcıları bir araya getiren bir tasarım atölyesi kurarak; tasarım atölyesinde hızla tasarım ilkelerini belirleyerek, bu tasarım ilkeleri doğrultusunda her bir kentin kendi kimliğinden yararlanarak, özünden yararlanarak yeni yerleşim alanlarını tasarlayabiliriz. Ben zaten olayı bir tasarım konusu olarak ele alıyorum. Bu sadece yeni yerleşim tasarımı değil, bu bir mimari tasarım değil. Bunlar da önemli ancak yeni bir sistemin tasarlanması lazım. Bu sistem de bölgesel bazda yerleşimleri dikkate alarak; ekonomisiyle, toplumsal boyutuyla, mekânsal boyutuyla, bir sistemi yeniden kurmak.
Doğa bize sürekli mesaj veriyor
Çünkü sistem çöktü. Bizim hep kaçırdığımız öz şu. Yaşadığımız kovid salgınını sağlık sorunu diye algılarsak çözüm bulamayız. Sağlık sisteminin yanı sıra başka sistemler de çöktü. Doğa bize sürekli mesaj veriyor. Salgınla veriyor, depremle veriyor; yarın iklim kriziyle verecek, gıdayla verecek. Yani diyor ki, doğayla barışarak yaşayacaksınız. Siz öyle kentler yarattınız ki; İstanbul gibi, İzmir gibi. Kapasitesini zorladınız zorladınız, kentler büyümeye başladı. Artık doğa bu potansiyeli kaldırmıyor. Ama yaşadığımız coğrafyanın dinamikleri çok farklı. Bütün kötü gelişmelere rağmen, müthiş potansiyelleri olan bir ülke. Depremin yaşandığı 11 ile birkaç şehir daha kattığımızda Mezopotamya. Burada ilk uygarlık, ilk şehirler kurulmuş. O kadar değerli bir bölge.
O.B: Türkiye’nin mimariye önem göstermemesinin nedeni sizce nedir?
A.F.G: 70’li yıllardan itibaren hızlı bir kentleşme dönemi yaşadık. 15-20 yılda Anadolu’nun bütün kentlerinden müthiş bir göç oldu. Buralar nerelerdi? Ankara, İstanbul ve İzmir. O kentler 70’li ve 80’li yıllarda; yarısı gecekondu, yarısı ise imarlı olarak ifade ettiğimiz alanlardı. Sonra “Bu gecekondular iyi değil”, “Yakışmıyor bize” dendi. Buralar dönüştürülmeli denilerek ikinci dönem başladı. Bu dönemi ‘Büyük Dönüşüm Süreci’ olarak isimlendiriyorum.
Tek gecede çıkarılan ‘Islah Planı’
‘Büyük Dönüşüm Süreci’ süreci sonrasında ise bir politikacı tek gecede yasa çıkardı. Adına ‘Islah Planı’ dedi. Islah planları ile bütün gecekondulara dört kat izni verdi. Yeterli donatıya gerek yok denildi. Sonra ne oldu? 15 yılda bütün gecekondular yıkıldı. Başta 4 katlı denilmesine rağmen 5 katlı hatta 6 katlı binalar fışkırmaya başladı. Durumdan halk da memnun, politikacı da memnundu. Sonra ne oldu? 1999 depreminde ‘vayyy’ denildi. Maraş depreminde de, 1999 Depremi’nde de yıkılan çoğu bina bunlardan oluşmaktaydı. Mühendislik hizmeti yoktu bu binaların. Yıkılınca yanlış yapmışız denildi. Şimdi ise yoğurdu üfleyerek yiyoruz. Diyoruz ki ovalardan şehir dışına taşınalım.
Müteahhitlikteki rantın keşfedilmesi
Geçmiş dönemlerde yaşayan insanlar her şeyine ihtiyaçlarına göre şekil veriyordu. Bir evim, bahçem olsun fikri vardı. Beklentiler değişti. 60’lı yıllardan sonra kente göçler başlayınca, toplum yapım işine girilmesi gerekti. Çünkü yetişmiyordu. İnsanlar geliyor, hazine arsalarını işgal ediyor; kendi gecekondusunu yapıyordu. Bir kısmı böyleydi. Hepsi yapamıyor. Bir kısmı da diyor ki kente geldim; o zaman yap-satçılar çıkıyor. Ben şu arsayı alırım, yaparım satarım diyor. Sonra bunun çok karlı olduğu fark ediliyor ve müteahhitlik başlıyor. Müthiş bir rant olduğu keşfedilerek kentler büyümeye başlıyor. Zeytinlikler, portakal bahçeleri kesiliyor. Haksız kazanç başlıyor. Bunu yapan diyor ki; zeytinden, portakal bahçesinden kazandığım bir lira, imar geldiğinde ise köşeyi dönüyorum. Asıl kaybettiklerinin farkında değil. Maraş depremi de bize bunu gösterdi. Herkesin birikimi bir anda sıfırlandı. Afet de böyle bir şey. Tabii bu yığılma dediğimiz, yoğunlaşma dediğimiz şeyi birkaç ülke yaşıyor. Mexico City, Sao Paulo gibi kentler. İstanbul da bunu yaşadı. Kaçınılmaz bir sondu. Ama biraz daha dikkatli olabilirdik.
O.B: Yeniden konuyu İstanbul’a çevirirsek, uzmanı olduğunuz bu alanda İstanbul’da uygulanabilecek proje için örnek verebileceğiniz bir dünya şehri var mı? Hangi şehri örnek alarak İstanbul’da yenileme gerçekleştirilebilir?
A.F.G: Direkt bir örnek yok. Neden yok? Bize benzer ülkeler var. Mexico City’de de müthiş depremler yaşandı. Yeniden yapılanmalar başladı. Haiti’de de oldu. Çok yoksul bir ülke olan Haiti, halen kendini kurtaramadı bu durumdan. Bunların dışında hepimizin bildiği Japonya var. Bütün bunlar kentleri dayanıklı hale getirmek için uzun süreli birtakım programlar geliştiriyorlar. Mühendislik hizmeti almadan bina yapamazsın örneğin. Bizde bu hiç olmadı. Yeni binaların bile yıkılması bize bunu gösteriyor, denetlenmiyor. Sorumluların yargılanması yok.
Herkes müteahhit! İzni verenlerin suçu yok mu?
Herkesin müteahhit olması başka bir konu. Onun çözümlenmesi lazım. Müteahhit isen bunun iznini veren, denetleyenlerin hiçbiri mi sorumlu değil. Olay sistemde. Yeterli eleman var mı, yok mu? O da ayrı bir konu. Bu kadar hızlı yapılaşma içerisinde. Şimdi deniyor ki TOKİ ve Emlak Konut yapacak deprem bölgesindeki bütün konutları. Düşünün 250 bin bina yapılacak, 700 bin konut yapılacak. Bunu devletin yapması da doğru değil.
TOKİ yıkılmıyor, patır patır yapalım
Devlet nasıl yapıyor? Araziyi seçiyor, üzerine şu kadar konut yapılacak diyor ve ihaleye çıkıyor. Nasıl olsa TOKİ konutları yıkılmadı. Patır patır yapalım. E başka detayları da var; Tasarım çeşitliliği var, kentle olan bütünleşme var, aidiyet var. Çok bilinmezli bir denklem bu.
Felaketten doğan fırsat
Ben şunu demiyorum. Maraş tamamen yıkıldı, Maraş’ı yeniden aynı yerde yapalım demiyorum. Neden demiyorum? Yeterli kültürel alan, donatı alanı, geniş yollar olsaydı. Yıkılan yerde yeniden yapardın. Ama bizde yolları genişletmek için, yeşil alan yaratmak için, açık alan yaratmak için bile yüzde 25-30 bu kentleri seyreltmemiz lazım. 40-50 arasında seyreltme demek, yüzde 40-50’yi bir yerlere göndermen demek. O bir yerleri nasıl seçeceksin, insanları nasıl ikna edeceksin. Seçtiğinde bu ilişki ağını nasıl kuracaksın? Artı, bence bir fırsat çıktı. Köyler yıkıldı. Madem tepelere yapıyorsunuz, köylere yapacaksınız demektir. Geri dönüş projesi olarak bu değerlendirilebilir mi? Gençlere orada birtakım teşvikler verip onları oraya gönderecek sistemler kurabilir misin? Yani bunu sadece bir planlama olarak değil, yaşam tasarımı olarak ele alıp bunun üzerinde farklı disiplinlerin çalışması gerekiyor.