Pelin Pınar Giritlioğlu hakkında…
Pelin Pınar Giritlioğlu Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama bölümünden mezun. Bunun arkasından İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde Restorasyon programında yüksek lisansını ve aynı üniversitede Şehir ve Bölge Planlama bölümünde doktora eğitimini tamamladı. 1992 yılından bu yana İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler fakültesi, Siyaset bilimi ve Kamu yönetimi bölümü kentleşme ve çevre sorunları anabilim dalında görev yapıyor. Bu dönem Şehir Plancılar Odası şube başkanlığını da yürütüyor.
S.A: Gezi davasında tutuklanan Tayfun Kahraman’dan sonra SPO şube başkanlığını yürütüyor olmanın sizde nasıl bir etkisi oldu?
P.G: Biz Tayfun’la aslında uzun yıllar beraber çalıştık. Tayfun önce şubemiz çalışanı olarak bizimle beraberdi. Daha sonradan yönetim kurulunda yer aldı ve yönetim kurulu başkanlığını yaptı. Biz o dönemler de aslında kentlere yönelik mücadelelerde hep birlikte çalışma fırsatını bulduk. O dönemden bu yana da aynı inançla aynı mücadeleleri sürdürmeye devam ettik. Onun içeride bizim dışarıda olmamız bu anlamda çok da fark etmiyor. Biz biliyoruz ki nerede olursak olalım kentleri, kamusal alanları, doğayı çevreyi hep birlikte korumaya bunlara yönelik müdahalelerle mücadele etmeye devam edeceğiz. Biz odamızda aslında bir tür bayrak yarışı sürdürüyoruz. Yönetim kurulunun başında kimin olduğu çok ta önemli değil. Biz 14 kişi olarak burada görev alıyoruz ve aslında bütün bu mücadeleyi de hep birlikte aldığımız kararlarla sürdürüyoruz. Tayfun o gün ne yapıyorsa bugün bende onu yapıyorum. Biz her zaman duruşumuzla, durduğumuz yerle tarafsız ve bilimden yana olmayı seçtik. Bunu odak alarak, hedef alarak faaliyetlerimizi gerçekleştirdik. Bugünde aynı şekilde davranmaya devam ediyoruz bu anlamda Tayfun o gün ne yapıyorsa bende bugün onu yapmaya devam ediyorum.
S.A: Kasım ayında, Dünya Şehircilik gününde Eskişehir de düzenlenen kolokyumdan ne gibi sonuçlar çıktı, özetleyebilir misiniz?
P.G: Bu yıl ki Dünya Şehircilik günü konusunu, Toplumda bir mekanda adalet olarak seçmiştik. Çokta anlamlı oldu. Gezi parkı davasında hukuksuz ve haksız olarak tutuklanan arkadaşlarımız adına bu toplantının bu temayla düzenlenmesi çok önemliydi. Biz burada birkaç başlık belirlemiştik. Bunlardan bir tanesi adalet, doğa ve iklim başlığıydı. Bu başlık altında ekolojik adaleti, çevre hakkını, enerji ve alt yapıyı, ekolojik yurttaşlığı, doğa temelli krizleri ve bunların çözümlerini, ekolojik hukuku, çevre hukukunu, iklim adaletini, iklim krizlerini ve bunların dünya üzerindeki etkilerini, kentler üzerindeki etkilerini, iklim mülteciliğini, eko sosyalizmi, politik ekolojiyi konuştuk. İkinci başlık olarak, Adalet mekan ve toplum başlığını seçmiştik.
Hem toplumda hem de mekan da adalet
Bu başlık altında da kent hakkını, mekânsal adaleti, adil kenti konuştuk. Bu kapsamda barınma hakkı önemli başlıklardan bir tanesiydi. Kamusal hizmetlerine ne kadar adil, adaletli bir şekilde erişebiliyoruz. Ya da demokrasi ve karar alma süreçlerine ne kadar adil bir şekilde katılabiliyoruz, adil bir kent yönetimi nasıl olmalı, konut politikaları, kamusal özel mekan diyalektiği, göç nüfus dağılımı, kırsal alanlar, bölgesel gelişimdeki eşitsizlikler, kentsel refah, sağlıklı kentler, kırda ve kentteki dengeler, kentsel yoksulluk, sosyal ayrışma gibi konular da bu seferki Dünya Şehircilik Günü’nün başlıkları arasında yer alıyordu. Bütün bu başlıklar altında aslında biz adalet talep ettik.
Her alanda adalet dedik hem toplumda hem de mekan da adalet dedik. Bunu söylerken Gezi Parkı tutuklularına bir selam göndererek bunu yaptık. Bizim aslında Dünya Şehircilik Günleri’nde belki de her seferinde, bu sefer 46. kollokyum gerçekleştirdik ama aslında her seferinde en temelde talep ettiğimiz şey adaletti. Bu sefer de bu adaleti yüksek sesle bir kez daha tekrar ettik.
S.A: Ülkemizde, özellikle İstanbul’da kentsel dönüşüm konusu güncelliğini her zaman koruyan bir konu, bu dönüşümü nasıl buluyorsunuz ve nasıl olmalı?
P.G: Kentsel dönüşüm meselesi ülkemizde aslında en başından bu zamana kadar oldukça hatalı politikalar ekseninde yürütüldü. Biz 2003 yılında Şehir Planlayıcılar Odası olarak bir ulusal kentsel dönüşüm sempozyumu gerçekleştirmiştik. Bunun arkasından 2004 yılında uluslararası bir kentsel dönüşüm sempozyumunu, bu sefer Küçükçekmece Belediyesi ile iş birliği içerisinde gerçekleştirdik. Tam da Küçükçekmece Belediyesi’nin TOKİ ile bir protokol yaptığı ve Ayazma’daki konutların Halkalı’ya taşındığı dönemde gerçekleştirdiğimiz bir etkinlikti. Aslında bunları yaparken temel hedefimiz; Batı’nın erken dönem kentsel dönüşümde yaptığı hataları yapmadan yolumuza başlamak ve devam etmekti. Ancak bu böyle olamadı. 99 depreminin arkasından gündeme gelen kentsel dönüşüm kavramı o yıllardan itibaren aslında hep hatalı bir şekilde uygulandı. En önemlisi de bunların insan hayatını odağına almayan, insan odaklı bir kentsel dönüşüm politikasının benimsenmemesiydi.
Yerinden etme ve adaletsiz yenileme politikalarının nasıl hayata geçtiğini gördük
Bu sürecin içinde TOKİ’nin 2004 yılında çıkan bir yasa ile güçlendiğini, bu işin merkezi ayağı haline geldiğini gördük. Aynı şekilde belediyeler bu işin yerel ayağı olarak tanımlandılar. Bu anlamda çeşitli yasalar da yürürlüğe girdi. Bunlar aslında kentsel dönüşümün yasal alt yapısını, yasal zeminini oluşturmak üzere atılmış adımlardı. Ancak bu adımlar ne yazık ki çok da doğru bir şekilde kullanılamadı. Ne kurumsal olarak kullanılabildi ne TOKİ bunu doğru kullanabildi ne de aslında politika üretme ve bunları uygulama konusunda yerel ve merkezi yönetimlerde doğru adımlar atabildiler. İlk olarak 5360 sayılı yasa kapsamında yapılan Sulukule ve Tarlabaşı gibi uygulamalarda, yerinden etme ve adaletsiz yenileme politikalarının nasıl hayata geçtiğini gördük.
Çok kolaylıkla mülksüzleşebilirsiniz
Buralarda açtığımız davalarda kazanımlar da elde etik ama ne yazık ki Yargı’nın uygulamadan daha geç işlemesi buralarda telafisi imkansız olan sonuçları beraberinde getirdi. Baştan beri aslında bugünkü duruma da baktığımızda bugün İstanbul’da, Fethi Tepe’de, Tozkoparan’da, Tokatlı Köy’de gördüğümüz uygulamalarda giderek aslında bu sürecin daha da baskıcı daha otokratik, buyurgan, üstenci bir yaklaşımla yürütüldüğünü, yerel yönetimleri sürecin tamamen dışına ittiğini, doğrudan Bakanlık eliyle yürütülür hale geldiğini ve zorlayıcı bir yaklaşımı benimsediğini söyleyebiliyoruz. Kentsel dönüşüme ilişkin yasalarının hepsinin içinde anlaşmadan uzlaşmadan bahsedilir ancak sonraki maddelerinde bunun pekte böyle olmadığını görürsünüz. Yani anlaştınız anlaştınız, anlaşmazsanız gayrimenkulünüz satılabilir, başka birine devredilebilir, Belediye alabilir, 3. şahıslara satılabilir, Bakanlık’a geçebilir, Hazine’ye geçebilir. Bütün bunların hepsi olabilir.
Çok kolaylıkla mülksüzleşebilirsiniz. Özellikle de yakın zaman önce yürürlüğe giren ‘6A’ maddesi diye tanımladığımız madde. 366 sayılı kanunun mülksüzleşmeyi daha da kolaylaştıran bir yol açtı. Bütün bunlar, bütün bu uygulamalar ülkemizde sürdürülen kentsel dönüşüm uygulamalarının bir yandan yerinden etmelere yol açan, bir yandan mülksüzleştirmeyi beraberinde getiren bir yaklaşımla ele alındığını gösterdi ve bu süreçte aslında konut politikaları, barınma politikaları anlamında da doğru adımlar atılamadığını görmüş olduk. Sosyal konut, gerçek anlamda sosyal konut üretilemedi.
Ucuz konut, erişilebilir konut diye tanımladığımız konutlar sosyal konut diye tanımlandı ama bunlar gerçekten sosyal konut değildi. Dolayısıyla talep odaklı konut politikaları oluşturulamadı ve buna bağlı konut üretimi gerçekleştirilemedi. Varlık ekonomik düzeylerine göre belirlenen hedef kitleler doğru belirlenemedi, dolayısıyla konut edinimi konusunda aslında farklı gelir grupları arasındaki uçurumlar bu süreçte giderek arttı. Kentsel dönüşüm ne yazık ki bugün hala yıkıp yapma yani bir müteahhitlik eylemi olarak görülüyor ülkemizde.
Yasalarda da böyle tanımlanıyor, uygulamada da bunun böyle ele alındığını görüyoruz. Ancak kentsel dönüşümün sosyal boyutu, ekonomik boyutu, hukuki boyutu, çevresel boyutu, tasarım boyutu gibi birçok boyutunun bu süreçte ele alınmadığını bu yıkıp yapmaya dayalı uygulamalarının sosyal boyuta çözüm bulamadığını, sosyal sorunları çözmeye yeterli olamadığını, toplumsal kapasiteyi güçlendirme konusunda bir etkisi olamadığını bize gösterdi. Bir anayasa mahkemesi kararı var. Bu karar diyor ki, devlet sosyal ve ekonomik görevlerini yerine getirirken yapacağı uygulamalarda yaşam hakkını ortadan kaldıran düzenlemeler yapamaz.
Bugün aslında kentsel dönüşüm uygulamalarında devletin yaptığı tam da bu. İnsanların yaşam hakkını elinden alan ve Anayasa’nın 5. maddesi ile tanımlanan o mutluluk, refah düzeyini temin etme gibi görevlerini tamamen göz ardı eden bir yaklaşımla yürütüldüğünü söyleyebiliyoruz. Bu anlamda doğru kentsel dönüşüm politikalarını ortaya koyma açısından birçok kavramı belki de yeniden tanımlamamız gerekiyor. Bu yasalarla getirilen ve spekülasyona çok açık kavramları yeniden tanımlamamız gerekiyor. Altını doğru doldurmamız gerekiyor ki gerçekten amaca yönelik ve sonuca yönelik adımları bilimsel anlamda atabilelim.
***********************
S.A : Sizin aynı zamanda çok sıkı bir hayvan sever olduğunuzu biliyorum. Her zaman gündemde olan, şu sıralar çok daha gündeme gelen ve kamuoyunun tepkisini de çeken durumlarla ilgili neler söylemek istersiniz? Hayvanların barınma hakkı açısından ayrıca?
Belediyelerin hayvan sahiplendirmeye odaklanması gerekiyor
P.G: Yerel yönetimlerin hayvan sahiplendirme konusunda çok ciddi emek ve kaynak aktarması gerektiğini düşünüyorum. Barınak koşullarında tutmak giderek hastalık riskini, hayvanların sağlığını, yaşam haklarını tehdit eder hale geliyor sayıları artıkça… Belediyeler çok ciddi kısırlaştırma yapıyorlar ama barınakta kalma süresi uzadıkça hayvanlar salgın hastalıklarla mücadele ediyorlar ve hayatlarını kaybediyorlar. Ve yeterli gıdaya erişemiyorlar, bunar en temel konular. Bunun isminin barınak değil başka bir şey olması gerekiyor. Belediyelerin hayvan sahiplendirmeye odaklanması gerekiyor. Bizdeki barınaklar kaderine terkedilmiş gibidir, içinde dışında her yerde hayvanlar gezer, ölüm kampları gibi… Bu süreci, petshoplarda hayvan satışını yasaklamak, yerel ve merkezi yönetim eliyle hayvan sahiplendirmeyi koordine ederek yürütmek gerekiyor. Bu kişilerin eline bırakıldığında kontrolden çıkarak başka ticari amaçlara hizmet eder hale geliyor. Burada en büyük güç ve destek sivil toplum kuruluşları ve gönüllüler olacaktır. Onların desteği ile yerel yönetimlerin örgütlenerek sahiplendirme ve bakım, sağlık meselelerin birlikte çözülmesi gerekiyor. Aksi takdirde parça parça, birbirinden bağımsız ve kopuk, iyi ve kötü bir sürü şeyin birlikte ilerlediğini görüyoruz. Geçenlerde güzel bir haber okudum, neresi hatırlamıyorum ama barınağı canlı izleme imkanı tanınmış. Bence güzel bir şey, en azından kontrolü sağlamak adına güzel bir şey, etkili bir yöntem ama hayvanların özgür veya bir aileyle yuvada yaşamalarını sağlayacak çok ciddi modellere ihtiyacımız var… Aksi takdirde sonu yok, ne o kadar hayvanı besleyecek kaynak bulunabiliyor, ne sağlık koşulları sağlanabiliyor, sayıları artıkça iyi niyet olsa bile bir süre sonra kontrolden çıkar hale geliyor.
S.A: Benim size sormak istediğim başka bir konu, bir plancı gözüyle, İstanbul’da çok örneğini görüyoruz; eski tarihi yerleşim bölgeleri, İstiklal caddesi, Eminönü, Sultanahmet bölgesi gibi… Görsel anlamda bazı kimliksizleşen durumlar ortaya çıkıyor. Halbuki İstanbul gibi güzel bir şehir, kentsel kimliği olan bir şehir için Kentsel kimlik ve görsel kimliğin örtüşmesini nasıl buluyorsunuz? Nasıl değerlendiriyorsunuz?
P.G: Tüm tarihi mekanlar için konuşacak olursak gerçekten de o kimliği algılama düzeyimiz gittikçe düşüyor. Bunu İstiklal Caddesi’nde de görüyoruz, Eminönü’nde de görüyoruz. Başka tarihi kentlerde de görüyoruz. Hem bir plancı olarak, hem göz düzeyinde baktığımızda alt kattaki ticari işletmelerin tarihi kimliği nasıl bozduğunu, tabelaları, vitrinleri, cephe tasarımları vs. bunlarla beraber görüyoruz. Bir yandan da araç kirliliği, otopark kirliliğini de görüyoruz. Hepsi birden kaos halinde yer alıyor. Aslında Alan yönetimi modeli bunun için iyi bir araçtı. Tarihi yarımada için bir alan yönetim plan yapıldı ve 2005 2006 yılında yönetim alanı olarak belirlendi ve orası için bir yönetim planı var. Aslında yönetim planları bu tip durumları, kaotik düzeni kontrol altına almak için iyi bir yol olabilir. Alan yönetimi Unesco’ nun tanımladığı bir şey. Tarihi Yarımada mesela, dünyanın en büyük alan yönetimi model,.. Tarihi Yarımada da bu dört alan için tanımlanmıştı. Arkeolojik park, Topkapı bölgesi, Süleymaniye, Zeyrek ve etkileşim bölgesi olmak üzere fakat o dönem bizler dedik ki: Bu bölgelerin hiçbirini birbirinden ayıramazsınız, bu bütüncül değil parçacıl bir çözüm olur, o yüzden Eminönü ve o zamanki Fatih ilçesi alanında kalan yerlerin beraber korunmalı yönünde bir karar geliştirdik ve dediğim gibi dünyanın en büyük alan yönetimi planı idi. Orada planlar hazırlandı ama ne yazık ki bakanlığın da yeteri kadar sahip çıkmaması, yeterince kaynak ayırmaması ve son yıllarda ortaya çıkan merkezi yönetim – yerel yönetim siyasi ideoloji farklılığı gibi sebeplerle yeterince sahip çıkılmayan, ve yönetilemeyen bir şeye dönüştü. Bu çalışmanın Beyoğlu bölgesi için de yapılması lazım. Özellikle ticaret ve turizm kimliğinin yoğun olduğu alanlarda böyle bir yönetim modeline çok ihtiyaç var. Bunu kurumsallaştırmadan yeterince çözüm bulmak mümkün olamayacaktır.
S.A : Tarihi yerlerin dışında da, az önce konuştuğumuz kentsel dönüşüm ve kentin nasıl büyümesi gerektiği ile ilgili özellikle Kanal İstanbul ve üçüncü havalimanına bağlantılı olarak Zekeriyaköy, Demirciköy, Uskumruköy tarafındaki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kuzey Ormanlarımız, Avrupa’nın acil korunması gereken yüz ormanın içinde
P.G : Bizim biliyorsunuz 2009 yılında onaylanmış bir üst ölçek planımız var ki İstanbul’ un kent anayasası diyebiliriz. Bu plandaki temel ilkelere baktığımızda, olmazsa olmazlarından biri, Kuzey Ormanlarının korunması ve yapılaşma baskısının kuzeye doğru olmaması yönünde bir karar var. Zekeriyaköy, Göktürk, Uskumruköy, Kuzey Marmara Otoyolu, üçüncü havalimanı ve son olarak eklenen Kanal İstanbul a hepsine birden baktığımızda, bunlara ilişkin bütün kararların, yapılaşmanın, 2009 yılındaki bu üst ölçek plan kararları delinerek, parça parça revize planlara işlendiğine tanık olduk. Sayısız kere bu üst plan kararları ihlal edilmiştir. Bizim Kuzey Ormanlarımız, Avrupa’nın acil korunması gereken yüz ormanın içinde kabul ediliyor. Buna rağmen, biz buradaki alanları, hassas ekolojik sistemleri, Karadeniz kıyılarındaki Terkos kumullarını, yaban hayatını ortadan kaldıracak plan değişiklikleri ile parça parça buraları dönüştürdük. İmar Planı dediğimiz şey kamu yararına yapılır. Bu planların hepsine baktığımızda kamu yararının çok ciddi şekilde tehdit eden, bütün doğal yaşam alanlarını tahrip eden plan değişiklikleridir. Sorduğunuz soruya bütün olarak baktığımızda ilkesel olarak bunları söylemek mümkün.
S.A : Evet, bu konuda da her bölge için üzerinde ayrı ayrı saatlerce konuşulabilir. Peki, kentsel dönüşüm ve kentsel yenileme anlamında Türkiye’den ve dünyadan, gerçekten çok başarılı bulduğunuz, topluma fayda sağlamış şekilde verebileceğiniz örnekler var mı?
P.G : Farklı boyutlarıyla, farklı kategorilerde değerlendirdiğimiz zaman, Viyana örneğini verebilirim. Viyana, kiracı dostu bir kentsel dönüşüm modelini tercih etmiştir. Bu anlamda bizim politikalarımıza baktığımızda kiracıları neredeyse hiç bu sürecin içine katmıyoruz, sadece mal sahipleriyle pazarlık yapıyoruz. Viyana, kiracıları da bu kentsel dönüşüm sürecinin içine katan uygulamalar yapmıştır.
Sosyal konut politikaları anlamında da Hollanda öne çıkan örneklerden biridir. Hollanda, çok başlardan beri bu konudaki uygulamaları ile öne çıkıyor. Konut sunumunun çok büyük bir kısmı sosyal konut olarak üretiliyor. Bir de, son yıllarda gördüğümüz, Almanya’da uygulanan çok önemli bir şey var ki o da özel sektör eliyle üretilen projelerin belli bir kısmının sosyal konut olarak yapılma zorunluluğunun getirilmiş olması. Almanya’nın her yerinde aynı mı bilmiyorum ama üretilen konut projelerinin ortalama % 25 oranında bir kısmı sosyal konut olarak yapılıyor. Yani, devlet eliyle özel sektöre bir imkan tanınıyorsa, bir iyilik yapılıyorsa bunun karşılığında da kamuya dönüşü sağlanıyor. Bizim uygulamalarımıza dönüp baktığımızda ise en büyük hatalarımızdan bir tanesi… Piyasayı tamamen özel sektöre devretmiş durumdayız. Kamuya dönüp baktığımızda ise özel sektörden farklı davranmıyor. Yani kamusal bir yaklaşımla sürecin içine girilmiş değil. Aynı Almanya modelinde olduğu gibi, bizim de bugün dönüp konuşmamız gereken şey bu. Özellikle kamu-özel sektör ortaklıkları kapsamında, kamunun daha çok yoksul ve dar gelirli kişilere yönelik projeleri üstlenmesi, bir kısmını da az önce konuştuğumuz Almanya modelinde üretmesi lazım.
Son kentsel dönüşüm uygulamalarından konut değil ama endüstriyel miras kapsamında dönüştürülen Müze Gazhane yi çok beğeniyorum. Çok önemli bir kültür projesi olarak hayata geçirildi. Gerçekten dünyaya örnek bir proje diyebilirim. Bir de İngiltere Birmingham da benzer bir proje görmüştüm, bir çikolata fabrikası.. Burası bir zamanlar manav-bakkal olan bir ailenin arazisi iken, aile tarafından bir çikolata fabrikasına dönüştürülmüş. Zaman içerisinde, fabrika kendi işlevini koruyarak, kültür turizmine hizmet eden, bahçesiyle beraber kamusal bir alana dönüşmüş. Kafileler dolusu turist, hem nasıl çikolata üretildiğini izliyor – çeşitli animasyon ve görsel şov eşliğinde – bir yandan fabrika normal işlevine devam ediyor, üretimin çeşitli aşamalarını ve binanın tarihçesini izleyebiliyorsunuz. Öte yandan, bizdeki gibi toplumdan ayrıştırılmış bir sanayi alanı gibi değil, içinde çocuk parkının olduğu, herkesin kullanabileceği kamusal bir alan olarak da halka açıkmış. Ben çok yaşayan ve sıcak bir model olarak görmüştüm. Toplumun rahatlıkla kabul edebileceği, benimseyebileceği, gitmek ve görmek isteyebileceği bir model olarak görmüştüm. Önemli buluyorum bu tip uygulamaları.
S.A : Pelin Hanım, Türkiye’deki emlak piyasasına bakacak olursak, inşaat firmalarının sürekli dile getirdiği, ülkemizde ve özellikle İstanbul’da konut ihtiyacının arttığı, arz-talep dengesinin olmadığı, ve hem kiralık hem satılık konut fiyatlarının çok arttığını görüyoruz. Siz bir plancı gözüyle piyasadaki bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
P.G: Biz tabii bu konuya barınma hakkı olarak bakıyoruz. 1961 anayasası ile sosyal devlet olarak tanımlanmış bir devletin, konuta bakış açısını, uygulamaları eleştirerek bakıyoruz. Çünkü en baştan bugüne kadar, gecekondu alanlarını ve yasadışı yapıları meşrulaştırmaktan başka bir politikayı ne yazık ki etkin bir şekilde hayata geçirememiş bir yaklaşım görüyoruz. Halbuki bizim 1926 da kurulmuş, ilk sosyal konutları üreten bir Emlak Bankası deneyimimiz var. 1994 de kurulmuş bir TOKİ modelimiz var. Bunlar çok daha etkin, çok daha sosyal politika ilkeleri çerçevesinde konut sorununu çözebilecek bir model olabilirdi. Kooperatif modelimiz de vardı fakat hepsi zaman içinde dönüştü. Emlak Bankası Emlak GYO oldu. TOKİ zaten 2004 de aldığı yetkilerle bir müteahhitlik firması gibi kentin içine girmiş ve ucuz konut satma dışında bir model getiremiyor. Burada, sosyal konut ve ucuz konut tanımın birbirinden ayırmak gerekiyor. Dünyanın hiçbir yerinde herkes konut sahibi değil. Bazıları kiracı , bazıları sosyal konutlarda yaşıyorlar. Biz bunların içinde sadece ucuz konut üretimine odaklanmış devam ediyoruz. Belediye şirketleri de, TOKİ de bunu yapıyor. Ama gerçek anlamda kamunun elinde tuttuğu bir barınma modelini uygulamış değiliz.
İstanbul’ da bir buçuk milyon konut boş görünüyor, mümkün değil.
İkincisi, kiralık konut sektörünü de regüle edemiyoruz. Çok ciddi kayıt dışılığın olduğu bir sistem var. İPA ( İstanbul Planlama Ajansı ) raporlarına göre, İstanbul’ da bir buçuk milyon konut boş görünüyor. Böyle bir şey mümkün değil. Bu konutlar iyi kira getirdiği için, kısa dönemli kiralanıyor. Bu kadar çok konutu piyasadan çekiyorsunuz, geri kalan konut da talebe yetemiyor. Bu sefer fiyatlar inanılmaz derecede artıyor. Kiralık konut sektörünü kontrol altına alamazsanız, yeterli arz olmadığı için kiralar yükselmeye devam eder. Yeterli arzdan da şöyle bahsetmek lazım; talep odaklı üretimi konuşup tespit etmek gerekiyor. Bizim kentlerimize, özellikle İstanbul a baktığımızda çok ciddi öğrenci ve mülteci nüfusu, beyaz yaka çalışan var. Bütün bunların taleplerini doğru yönlendirmezsek, arz-talep dengesini de doğru kuramıyoruz. Çok basit söyleyeyim, bir üniversite bölgesinde doğru konut modeli üretemezseniz, öğrenci orada yaşayamaz. Mülteciler, kentlerin en talep görmeyen bölgelerinde yaşıyorlar, hala afet riski bulunan, kolonları çatlamış binalarda yaşıyorlar çünkü en ucuz konutlar bu bölgelerde. Depremde kafasına bir şey yıkılmasına razı, başını sokabileceği bir ev olsun diye.
Orta sınıf ise bugünkü kiralarda doğru dürüst bir ev bulamıyor. TOKİ nin ucuz konut diye dar gelirliler için ürettiği konutlara ulaşabilecek kesim orta sınıf. Dar gelirliler bu konutları alamıyor. Ortada bir konut var ama ulaşması gereken kesim ulaşamıyor gibi bir durum söz konusu. O yüzden hedef kitle, doğru konut arzı dengesini doğru kurmak gerek. Bütün bunlar yapılmadığı sürece konut fiyatları da artmaya devam edecektir. Yapabileceğimiz çok fazla şey var ve biz daha bir konut politikası ortaya koymadık. Bu yapılanlar konut politikası falan değil. Kamu – özel sektör dengesinin nasıl kurulacağını konuşmak zorundayız. SULUKULE ye neden özel sektör girsin? Belediye – devlet işbirliği ile yapılsın. Özel sektör girerse elbette ki kar elde etmek isteyecek, bunun için ayıplayamayız, yargılayamayız. Ama Sulukule gibi dar gelirlilerin yaşadığı yerde rant piyasası oluşturamazlar, öyle bir yerde konut sahibi olamazlar.
Böyle, dar gelirlilerin yaşadığı yerlerde, devlet elini taşın altına sokacak. Mesela, Merkezi İş Alanlarında alan yaratsın, özel sektörle işbirliği yapsın, oradan yarattığı kaynakları da bu tarz bölgelere aktarsın konut üretmek için. Bu dengeleri de, bu finans modellerini de kurmuş değiliz. Biz bugün kooperatifçiliği doğru düzgün konuşmuyoruz, hayata geçirmiyoruz. Yıllardır bu konuda oluşmuş bir deneyimimiz var.
Konuşmak da değil, bunları zaten yıllardır söylüyoruz, hep derim; güneşi yeniden keşfetmeye gerek yok. Bu konuştuklarımızı hayata geçirmemiz gerekiyor.
Ama tabii ne var ki açgözlüyüz. Kamu da, vatandaş da özel sektör de açgözlü. Ve aslında burada toplumsal adaletin de mekânsal adaletin de ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Kentsel dönüşüm alanlarında görüyoruz, vatandaş diyor ki ‘ben şu kadar isterim ‘ niye? Çünkü öbür tarafta öyle aldılar. Ama öbür taraf da bilse ki herkes hakkını alacak, bir kuruş fazla almayacak, o zaman daha fazlasını talep etmeyecek. Kural bu diye bilecek. Ama biz de öyle bir kural yok, orada başka, burada başka. Niye biz gecekondu bölgesini bilmem kaç katlı gökdelene çeviriyoruz? Niye daha fazlasını istiyoruz? Kurtarsa yetmiyor mu bizim için? En büyük payı tabii konutu üreten özel sektör alıyor, orada zaten yaşamakta olanlar da ben de istiyorum, ben burada yaşıyorum diyor ve adalet talebini yükseltiyor. Böyle olunca onu da yargılayamazsınız. Adaletin her koşulda herkes için işlemesi gerekiyor ki herkes bunu kabullenip tamam desin.
S.A : İstanbul’ da, bulunmaktan çok hoşlandığınız bir semt, mahalle var mı?
P.G: Ben neredeyse otuz yılımı İstanbul Üniversitesi çevresinde geçirdim. Tarihi Yarımada’da bulunmak bana hep huzur verir. Çok farklı kesimleri bir arada görebiliyorum. Farklı zenginlikleri, çok farklı sosyal yapıları görebiliyorum. Haliç’i, vapurları, tekneleri, aynı anda karşı yakayı izleyebilmek bana çok keyif veriyor. Mesela bugünlerde en keyif aldığım yer, kendi fakültemim terasından İstanbul’ u izlemek… bana iyi geliyor. Ben genelde İstanbul’ un tarihi semtlerinde dolaşmayı çok seviyorum., Boğaz köylerini özellikle… Oralarda bulunmak her zaman iyi geliyor. Yeni gelişen kesimlere hiç alışamadım, İstanbul’ da değilmişim gibi geliyor.
S.A : Çok teşekkür ederim Pelin Hanım. Çok değerli görüşleriniz için, değerli vaktinizi ayırdığınız için..
P:G: Ben teşekkür ederim.