“Susurluk araştırılmadı” - Prof. Dr. Çetin Yetkin

“Susurluk araştırılmadı” - Prof. Dr. Çetin Yetkin

Leyla Emeç Tavşanoğlu Röportajı

Yakın tarihimizin kara lekelerinden Susurluk kazasının üstünden tam 25 yıl geçmiş. Bir Türkiye klasiği olarak Susurluk da diğer karanlık olaylar gibi halı altına süpürüldü. Bir dönemin Ağır Ceza ve DGM savcısı Prof.Dr. Çetin Yetkin’le Susurluk dahil pek çok karanlık olayı ve faili meçhulleri 2002 yılında konuşmuştum. Söyleşi o zaman çalıştığım Cumhuriyet’te Pazar Konuğu sayfamda yayımlanmıştı. Şimdi bellekleri tazelemek bakımından bu söyleşiyi sizlere hatırlatayım dedim.

- Susurluk sizce 1990'lı yılların sorunu mu? Yoksa bu sorunun kaynakları onlarca yıl öncesine mi dayanıyor?

Kamuoyunda ''Susurluk''diye bilinen ve en son davası karara bağlanan olay kesinlikle son yılların işi değildir. Bu, çok daha eskilere giden bir oluşumdur. Bunun çok kesin bir kanıtı da var. Son davanın kararını incelediğimiz zaman bütün dava iki kişinin adı üzerinde odaklanıyor. Bunlardan birisi Abdullah Çatlı, öbürü Haluk Kırcı. Öbür kişiler bunları tanıdıkları, bunlarla işbirliği yaptıkları için suçlu görülüyorlar. Kurulduğu belirtilen çetenin de en kesin delili bu iki kişinin bunların arasında bulunması olarak gösterilmiş. Abdullah Çatlı'yla Haluk Kırcı'nın adının duyulması bile çok daha eskilere gider. Dosyada da bu açıkça belirtilmiş zaten. Bunların birlikte bilinen ilk eylemi 1977'de yedi gencin öldürüldüğü Ankara'daki Bahçelievler katliamı. Haluk Kırcı bu olayla ilgili olarak ilk alınan ifadesinde de son alınan ifadesinde de bu olayı Abdullah Çatlı'nın emriyle yaptığını, ayrıca Abdullah Çatlı'nın gençlerden ikisini bizzat sorguya çekerek kendisinin öldürdüğünü belirtiyordu. Bu ikisi işbirliklerini sürdürmüşler ve Haluk Kırcı cezaevinden çıktıktan sonra hep birlikte olmuşlar. Dava, bu iki kişi üzerine odaklanmışsa, bu iki kişi işin belkemiğini oluşturuyorsa, vurucu gücüyse olayı bir tek ''Susurluk''diye sınırlandırıp bağlamak son derece gerçeklere aykırı bir davranış olur.

- Hanefi Avcı da ifadesinde aynı şeyi söylemiyor mu?

Evet. Karara dayanak olan Avcı'nın ifadesinde de bu belirtiliyor. Bunların daha önce, çeşitli eylemlerde, yurtdışında kullanıldığı ifade ediliyor. O zaman, bu kişiler temel alınınca olayı en az 1977'ye kadar götürmek lazımdır. 1977'deki bilinen olay olduğu için söyledim. Daha da eskiye gitmek gerekir.

- Peki, Susurluk davasının kararı açıklanıp Korkut Eken'in mahkûmiyetinin kesinleşeceği anlaşılınca birdenbire düğmeye basılmış gibi dört emekli general üç gazeteye aynı anda açıklama yapıyorlar. Bu, mantık çerçevesinde nasıl izah edilebilir?

Bunun açıklaması gerçekten güç. Yalnız, aynı anda açıklamaları güç olmakla kalmıyor; aynı olayda açıklaması güç olan başka taraflar da var. Bakın, bu başkaları tarafından da dile getirildi. Eski MİT Müsteşarı Teoman Koman Paşa, TBMM Susurluk Komisyonutarafından ifade vermeye çağrılmıştı. ''Ben hiç kimseye ifade vermem'' diyerek gitmedi. O sırada ona şans da verilmişti. Dava görülmekteyken böyle bir açıklama yapmak davayı etkilemek demektir, düşüncesiyle bugüne kadar susmuş olup da karar verilince bir yanlışlık oldu, kaygısıyla konuşmuş olabilirler. Ama dosyayı okumadan açıklama yaptıkları besbelli. Okusalardı böyle bir açıklamadan mutlaka kaçınırlardı. Çünkü normalde bir insan, işlenen birtakım suçlarla ilgili olarak ''Ben emir verdim'' açıklamasını yapmaz. Eski Korkut Eken açısından, tanıdıkları Korkut Eken bakımından bu açıklamayı yaptıklarını sanıyorum. Ama o rütbeye gelmiş, o sorumlulukları almış insanların böyle bir hataya düşmeleri de affedilir bir şey değil. Gazetelerde bu açıklamaların nasıl yayımlandığı benim gazetecilik anlayışıma da uymuyor. Aslında bir basın toplantısı yapılırdı, herkese duyurulurdu.

- Evet, neden üç gazete seçildi?

Önemli soru bu. Bunu ben açıklayamam. Ama en azından yanlış bir tutum. Üstelik de gazeteler arasında ayrım yapıldığını ortaya koyuyor. O ayrımı niye yaptıklarını da kendilerine sormak gerekir.

- Dava dosyasına bakıldığı zaman hedef olarak hep Mehmet Ağar ve Sedat Bucak görülüyor. Bir yandan işin patronları Mehmet Ağar ve Sedat Bucak görünürken ve onlar serbestçe ellerini kollarını sallayarak dolaşırlarken neden öbürleri mahkûm edildi? Bu, hukuk tekniği açısından doğru bir karar mı?

Bizim demin söylediklerimiz Türkiye'nin genel siyasal gelişimi açısından bir değerlendirmeydi. Daha sonra o konuya bir daha değinmek istiyorum. Ama siz şimdi hukuk tekniğini sordunuz. Burada hukuk açısından bakarsak bir haksızlık var. Hukukun temel ilkelerinden birisi şudur: Bir şeyin azı serbestçe, ceza görmüyorsa onun çoğu serbest olmalıdır; ceza görmemelidir. Ya da azı ceza görüyorsa onun daha fazlası mutlaka cezalandırılmalıdır. Dosyayı incelediğimizde karar çok kesin bir biçimde çete olduğunu söylüyor. Eğer bu çete kesin biçimde varsa, kararda belirtildiğine göre çetenin reisi

Mehmet Ağar.

- İyi de Mehmet Ağar da Sedat Bucak da hâlâ milletvekili. TBMM onların dokunulmazlığının kaldırılması için ne yapıyor?

Şu çok şaşırtıcı: Paşaların açıklaması üzerine TBMM'de milletvekilleri, hatta bakan düzeyinde kişiler,

''Adalete müdahaledir. Yargıya karışmaktır'' diye açıklamalar yaptılar. Ama adalete asıl müdahale eden de kendileri. Çünkü Mehmet Ağar da Sedat Bucakda hâlâ o Meclis'in çatısı altındalar. Bu karardan sonra onların dokunulmazlıklarının kaldırılması yeniden gündeme gelmeli. Ama gelmiyor. Dokunulmazlıkla ilgili anayasa maddesinin birinci fıkrası dokunulmazlığı kesin olarak koyar, ama ''Ağır cezalık ve suçüstü hallerde savcılık ve mahkeme gereğini yapar. Hatta tutuklanır. Ondan sonra dokunulmazlık kalksın diye TBMM'ye gider''der.

TBMM'de bir milletvekili öbürünü vurmuştu. Vuran hemen yakalanarak tutuklandı. Sonradan dokunulmazlığı kaldırıldı. Susurluk'taki savcının, gerçekten Sedat Bucak'ı, o kadar silahla toplu silah kaçakçılığından suçladığı ortadayken neden bu yola gitmediğini merak ediyorum. Ya bilmiyordu ya da biliyordu da yapmadı. Sedat Bucak o tarihte tutuklansaydı, işler çorap söküğü gibi açığa çıkacaktı. Bunu da işin hukuksal yönden aksak noktası olduğu için söylüyorum. Burada asla Korkut Eken'i korumuyorum. Çok çirkin bir suç işlemiştir. Ama çok daha fazla çirkin ve vahim suçlar işleyen, hatta suç işlemekten de öte eylemlerde bulunanlar ellerini kollarını sallayarak serbestçe ortalıkta dolaşıyorlar. Olay Korkut Eken'in üzerinde yoğunlaştırılarak kapatılmak istenmektedir, gibi geliyor bana...

- Peki, aynı mahkeme bu konuda dava açabilir mi?

 Mahkemenin kendisi dava açamaz. Ben onun için söylemiyorum. Kararda, ''Bunun gerisinin getirilmesi gerekir'' hükmü de var. Ama mahkemenin dışında olayı gündeme getirenler, o soruşturmayı yapma durumunda olanların bu noktaları bu şekilde öne almaları gerekir. Orada bir önemli nokta daha var. Bir an için kendimizi PKK'ye karşı yürütülen mücadelenin içinde olan birisi gibi görelim. Bu silahlı mücadelede en ağır yükü Özel Harekât timleri çekti. Ama PKK tam siyasallaşırken, hatta bu bakan düzeyinde (Mesut Yılmaz) telaffuz edilirken siz, bu silahlı mücadeleyi yapan kişilere yıpratma kampanyası açacak olsanız zayıf yerinden vurursunuz. İçindeki ahlaksızlıkları, kötülükleri bulur, bunu kamuoyuna getirirsiniz. Bu adamlar, gerçekten de o pisliğin içine batmışlar. Ama yaratılan öyle bir hava var ki bu pislik tüm Özel Harekât'a mal edilmek isteniyor. Bu çok sakıncalı; mücadele azmini kırar.

- İyi ama bu insanlar savaş koşullarında o pislikleri yapmadılar ki...

 Ben bu insanların buralarda yaptıklarını kastetmiyorum. Doğrudan doğruya savaş alanındaki mücadelede, ateş altındayken insanlar TCK'nin şu maddesi diye aklına getirmez. İşte bu davalar, lokalize edilmeyip de genelleştirilir, bazı çevrelerce adeta bir PKK yandaşlığına döndürülürse bu defa orada savaşan insan çok tedirgin olur; pasif kalmaya başlar. Bu da bir psikolojik harp taktiğidir. Ne yazık ki bu tuzağa da düşülmüş olunuyor. Olay çok net ortaya konulmalıydı. Bu adamların işledikleri pis suçlar net olarak açığa vurulmalı, hukuki sorumlulukları mahkeme kararında çok net belirtilmeli. Mahkeme ancak bunu yapar. Ama başkaları bunu genelleştirerek PKK mücadelesini zafiyete uğratacak hale getirmemeliydi. Bana, böyle bir oyuna düşüyoruz, gibi geliyor.

- Bu kanıya kapılmanıza yol açan başka kanıtlarınız var mı?

 Var. Bakın, bu olayın ortaya çıkmasında önemli bir nokta var. Kazadan yirmi dakika sonra Mehmet Özbey'in Abdullah Çatlı olduğunu bildiren kişi  Mehmet Eymür. Tarık Ümit'in kızına, ''Senin babanın öldürülmesinde Korkut Eken'in de rolü var''

diyen kişi bizzat Mehmet Eymür. Ama bunu resmi makamlara bildirmiyor, sadece Tarık Ümit'in kızına söylüyor. Mehmet Eymür şimdi ABD'de. Bütün bunları tek tek değerlendirmemiz gerekir. ABD'de bir kişi daha var. O da Fethullah Gülen

. Olayı, bir Korkut Eken, beş-altı kendini bilmez, ama gerçekten ağır suç işlemiş polis memuruyla sınırlandırmak başka, bir de olayı bütün sosyal, siyasal, askeri boyutlarıyla ele almak başka. Biz sanıyorum, sapla samanı birbirine karıştırdık.

- Bu çetenin uyuşturu kaçakçılığı yaptığı, haraç aldığı, adam öldürdüğü kararda da belirtilmesine karşın bu kişiler hakkında bu suçlardan neden ayrı ayrı davalar açılmadı, sizce?

 Bunlar çok vahim suçlar. Yurtdışına uyuşturucu kaçakçılığı yapılırsa bu suç idam cezasını gerektirir. Eğer bu yurtiçinde yapıldıysa müebbet hapis gerektirir. Bunlar neden soruşturulmuyor? Çeteden mahkûm olmak, mutlaka o suçları işlemeyi gerektirmez. Ama o suçları işlemek amacıyla çeteyi kurmak yeter. Ama o suçları işlerseniz durum daha değişir. Yargı organı, ''Bunlar bu suçları işlediler''diyor. Ama hiç kimse harekete geçmiyor. Çete kurarak uyuşturucu kaçakçılığı yapmak en ağır suçlardan birisidir. Adam öldürmek, çok ağır bir suç.

- Size şöyle bir hatırlatma yapmak istiyorum. 1978 yılında CHP azınlık hükümetinin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş, Yüksekova'da bir uyuşturucu kaçakçılığı çetesinin varlığının ortaya çıkarılmak üzere olduğunu telaffuz etmiş ve en azından o dönem için siyasi hayatı bitirilmişti...

 Aslında bu bağlantıları kurmak çok kolay. Ben size başka bir olay anlatayım. 12 Eylül öncesiydi. Deniz polisi Sarayburnu açığında bir deniz motoru yakaladı. İçi tepeleme mermi doluydu. Bir hafta kadar sonra gazetelerde okuduk. O deniz polisi motorunun çalışanları, çımacısına kadar Anadolu'nun çeşitli yerlerine dağıtılmışlar. Bu olay polisin üzerinde son derece olumsuz bir etki yapmış, ''Bir daha nasıl kaçakçılık olaylarıyla mücadele ederiz?'' tartışmasını getirmişti.

- Bir de bütün o toz duman arasında sadece milliyetçi sağ değil, sol adına da suç örgütleri kuran, cinayetler işleyenler var...

Çok güzel söylediniz. Örneğin Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği vardı... Yüzden fazla insanı öldürdüğü saptanan sol örgüttü. Bunun liderlerinden birisi itirafçılık yasasından yararlandı. Arkadaşlarını ele verdi. İsmini gizlemeye gerek de yok. Bunu yapan Şemsi Özkan. Arkadaşlarının bir kısmı öldürüldü. Ancak bu şahıs, daha sonra Emniyet'le çalışmaya başladı. Oysa bu kişinin öldürdüğü kişiler arasında polis memurları da vardı. Karıştığı cinayetler içinde MHP İstanbul İl Başkanı ve oğlu, Bakırköy İlçe Başkanı, karısı ve kızının öldürülmesi de vardı. Bu da polisle resmen çalışan bir kişi oldu.

- İyi de MİT, birtakım olayların peşine düşmek için ajan kullanmıyor mu?

Tabii. Bir eroin kaçakçılığı işini kovalamak istiyorsanız ajanınız olması lazım. O ajan da zaten bir eroin kaçakçısıdır. Dolayısıyla dava kararının o kısmının da dikkatle incelenmesi gerekir. Yani devlet böyle bir kişiyi kullanmaz, diye bir şey yok. Kullanıyor işte. Üstelik de kullanmak zorunda. Ama işin yasallığı önemlidir.

- Siz, 1 Mayıs katliamı davasının savcılığını yapmıştınız. O katliamla ilgili ne düşünüyorsunuz?

 O olay kesin bir tertiptir. Zaten örtbas edildi. Ben ilk duruşmada olayın açığa çıkması için birtakım taleplerde bulunmuştum, mahkeme de aynen bunları kabul etmişti. Ama ikinci oturum duruşmaya çıkmama izin verilmedi; duruşmadan alındım. O çok belli bir olay. Ben davayla ilgili birtakım delillerin Adliye'den kaybolduğunu biliyorum. Taksim'de, Kazancı Yokuşu başında bulunan bazı patlayıcı maddeler vardı. Bunların emanet makbuzları vardı. Soruşturmayı yürüten savcı bunları gördüğünü kendisi anlattı. İfadesi, basına açıklamaları vardır. Bunlar kayboldu, gitti. Kanımca, o bulunanlar kullanılmasına fırsat bulunamayan patlayıcılardı. Kullanılsalardı Taksim Meydanı'nda çok daha büyük bir olay olacaktı. O tarihte, bazı görevlilerin ellerinde silahlarla bulundukları, fotoğraflarla belgelendi. Olayın üzerine gidilmedi ve kapatıldı. 1 Mayıs Katliamı bir dönüm noktasıydı. Süleyman Demirel, Bülent Ecevit'e yazdığı mektupta,  ''1 Mayıs'ı düzenleyen iç ve dış karanlık odaklar'' tanımlamasını yapmıştı. Ben daha sonra gazeteci sıfatıyla kendisiyle görüştüğüm zaman bana bu bilgiyi kendisine devletin istihbarat örgütünün verdiğini söylemişti. O dönemde başka olaylar da biliyorum. Asla ortaya çıkmalarına izin verilmedi.

- Bunların içine gazetecilerin kurban gittikleri faili meçhul cinayetler de dahil mi?

 Size söyleyeyim, hepsi ortaya çıkardı. Bazı davalarda kendilerine ülkücü denen ya da kendilerini öyle tanımlayan bazı sanıkların meydana gelen olay tarihinde ya kan verdiği, ya ameliyat olduğu gibi sağlık raporları gelmiştir. Bu çok sıklıkla olduğu için dikkatimi çekti.

O cinayetler hep çalınan arabalarla işlenmiştir. Bunlar çok basit gibi gelen, ama birçok olayın zincirleme çözülmesini sağlayabilecek önlemlerdir. Ben 1 Mayıs duruşmasından ayrıldıktan sonra savcılıktan istifa ettim. Ama o arada da hükümet değişti, başa Ecevit hükümeti geldi. Mehmet Can da Adalet Bakanı oldu. Hem Uğur Mumcu hem de Mehmed Kemal çok iyi tanıdığı için iki defa kendisini ziyarete gittik. O da benim savcılığa dönmemi uygun gördü.  ''İlk iş bu 1 Mayıs dosyasını yeniden açacaksın'' dedi. Gerçekten aynı mahkemeye yeniden tayinimi sağladı. Ben de 1 Mayıs dosyasının yeniden açılmasını beklemeye başladım. O arada da daha mahkemeye dönmeden neler soruşturduğuma dair benden rapor istedi. Ben de neler yapılırsa olayın çözüme doğru gidebileceğini rapor halinde yazıp kendisine verdim. Ama bir akıllılık edip o sırada hem Savcılar Kurulu üyesi, hem de Yargıtay'da olan Orhan Erdoğan'a, bir de bir gazeteci arkadaşa birer kopya verdim. Hiç ses çıkmadı. Daha sonra Aydınlık gazetesinden bunu Mehmet Can'a sordular. Mehmet Can ''Böyle bir olay yok'' dedi. Ben raporu hazırlarken, örneğin durumu Avukat Turgut Kazan biliyordu. Turgut Kazan ''Verme bu raporu'' diye beni uyarmıştı.

- Peki, sizce Mehmet Can o raporu sizden niye istedi?

Bakın, bütün bunların hepsini yeniden ele almak lazım. Ben 1 Mayıs'ın 10. yıldönümü olan 1987'de Hürriyet gazetesinde yayımlanan bir yazı dizisi yazdım. O tarihte Süleyman Demirel'le de görüştüm. Ecevit konuşmayı reddetti.  ''Bu polislik bir iş. Artık ben inanmıyorum. Geçmişle ilgili'' dedi. Ne demekse... Süleyman Demirel'se çok ayrıntılı açıklama yaptı. Hiçbir zaman siyasi görüşüne katılmadığım, çok eleştirdiğim bir kişidir. Fakat takdirle andığım şu cümleyi söyledi:  ''Bu devlet beş bin kişinin öldürülmesinin hesabını vermeden demokrasiye geçilemez.''

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar