Dr. Selim Sarıibrahimoğlu, Çagla Oguz, Begüm İlçayto ve Cihat Başçı'dan oluşan bir ekip tarafından hazırlanan ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na gönderilen rapor şöyle:
Dr. Selim Sarıibrahimoğlu Cihat Başçı
Begüm İlçayto Çagla Oguz
Sayın Kılıçdaroglu,
Bilindiği üzere AB üyeliği, Türkiye’nin en önemli dış politikaları arasında yer almaktadır. Bu kapsamda köklü ve Türkiye için özel bir konuma sahip olan CHP’nin, AB stratejisinin geliştirilmesi yönündeki rolü çok büyük bir önem arz etmektedir.
Söz konusu stratejinin düzgün ve sağlıklı bir şekilde belirlenebilinmesi için ise, öncelikle hafızalardaki politikayı hatırlamak ve uygulamanın geçmişten günümüze ne şekilde geliştiğini analiz etmek gerekmektedir. Nitekim geçmişe bakıldığında Türkiye’nin konuya ilişkin bir takım hatalarının olduğu ve bu hatalar karşısında da sessiz kalındığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu kapsamda öncelikle orta konması gereken, Türkiye’nin bu süreçte yapmış olduğu yanlışlıklar ve kendisine yapılan haksız uygulamalara izin vermiş olmasına ilişkin hususların irdelenmesidir. Aşağıda bahsedilen durumlar özetle sıralanmaya çalışılmıştır.
a) Katma Protokol, Topluluk açısından gümrük vergilerinin kaldırılması konusunda dört istisna dışında Türkiye’den ithal edilen sanayi mamullerine uyguladığı gümrük vergileri ve miktar kısıtlamalarını, Protokol’ün yürürlüğe girdiği tarihte sıfıra indirmesini öngörmekteydi. Türkiye ise, Topluluk çıkışlı sanayi mallarına karşı uyguladığı gümrükleri 1973 yılından başlamak üzere belirli süreler dâhilinde, Topluluğun Ortak Gümrük Tarifesi ile aynı düzeye indirmekle yükümlüydü. Ancak, bu sırada zorda kalan ve Türkiye’den ithal edilen mallar ile rekabet edemeyen AB ülkeleri bildiğiniz üzere Türkiye’ye kendi kendine kısıtlama yapması hususunda baskı yapmışlardır. Sonuçta da Gümrük Birliği’nin esasını teşkil eden gümrük vergileri ile eş etkili vergi ve resimlerin kaldırılması, beş yıl sonra ‘’kota’’ uygulaması geldiğinden fiilen uygulanamamıştır ve gümrük birliği Türkiye aleyhine tek taraflı bir uygulamaya dönmeye başlamıştır. Türkiye bu yanlışa esaslı tepki göstermek, itiraz etmek, hukuk yollarına başvurmak gibi çağdaş ve hukuki yöntemleri kullanmak yerine, kendi kendini sınırlayan bir kota uygulamasına geçmiştir. Oysa aynı AB’nin tıpatıp aynı talebiyle 1973 yılında karşı karşıya kalan Yunanistan, konuyu Türkiye gibi ele almamış ve Avrupa Adalet Divanı’na konuyu götürmüş ve sonuçta “Haegeman Kararı” ile 1974’te söz konusu AB kotasını kaldırtmıştır.
b) 1963 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması ve buna bağlı olarak hazırlanan Mali Protokoller ile Türkiye’nin ekonomisinin kalkındırılması ve Gümrük Birliği şartlarına uyumlu hale getirilmesi olduğu için, Türkiye bir takım mali yardımlar yapılması öngörülmüştür. Ancak söz konusu mali yardımların büyük bir bölümünden Türkiye’nin yararlandırılması Yunanistan vetosu nedeniyle engellenmiştir ve bu şekilde Türk ekonomisi ciddi bir biçimde zarara uğratılmıştır. Hâlbuki Ankara Anlaşması ile kurucu üyeler Türkiye’nin ekonomik gelişmesine destek vermeyi açıkça taahhüt etmişlerdir. Bu taahhütlerin yerine getirilmemesi karşısında Türkiye sessiz kalmıştır.
c) Gümrük Birliği Kararı'nda rekabette zorlanan Türk sanayicilerin AB'den artan mal ithalatı karşısında “Koruma Önlemleri” almaları hakkında düzenlemeler de yer almaktadır. Koruma önlemlerine başvurma usulü hakkında, 1/95 sayılı Karar, (örneğin 63’üncü madde), tarafların Katma Protokol’ün 60’ıncı maddesinde öngörülen korunma önlemleri mekanizmaları ve yöntemlerinin geçerliğini koruduğunu teyit etmekte; buna mukabil, 64’üncü maddede ise, “Taraflardan birinin aldığı bir koruma veya himaye önlemi, bu karardan doğan hak ve yükümlülükler arasında dengesizliğe yol açtığı takdirde, diğer taraf, önlem alan tarafa karşı dengeleyici başka önlemler alabilir. Ancak bu gibi durumlarda GB’nin işleyişini en az aksatacak önlemlere öncelik tanınacağı” ifade edilmektedir. Maalesef, bu maddenin Türkiye tarafından AB’ye karşı olan kullanımı çok az olmuştur.
d) Ankara Anlaşması uyarınca akit taraflar birbirleri arasında işçilerin serbest dolaşımını sağlama amacıyla Roma Antlaşması’nın işçilerin serbest dolaşımıyla ilgili maddelerine uyma konusunda mutabakata varmışlardır. Ankara Anlaşması’na ek olarak Katma Protokol’ün 36. maddesiyle de işçilerin serbest dolaşımının Ankara Anlaşması’nın yürürlüğe girmesinden itibaren 22 yıl içinde en geç 1986 yılına kadar kademeli olarak gerçekleştirileceği ve 41. maddesiyle de tarafların hizmetlerin serbest edinimi ve yerleşim hakkıyla ilgili yeni kısıtlamalar koymayacakları kararlaştırılmıştır. Hâlbuki Katma Protokol’de ve Ankara Anlaşması’nda yer alan bu açık hükümlere rağmen, AB tarafından, AB sınırları içerisine girme hakkı olan Türk vatandaşlarına gittikçe artan sınırlamalar getirilmiştir. Vize konusu ile ilgili olarak; Schengen Anlaşması ve buna taraf olan ülkelerle görüşme yapılması değil; “Schengen Tüzüğü” nün iptali noktasında odaklanılması gerekmektedir. Zira Schengen Antlaşması kapsamında kişilerin serbest dolaşımın sağlanması amacıyla vize uygulamasının kaldırılması öngörülmüş ve bu çerçevede 539/2001 sayılı Tüzük çıkartılarak, vizeye tabi olan ülkeler ve vize uygulamasından muaf olan ülkeler belirtilmiş; Türkiye ise Roma Anlaşması’nın ayrılmaz bir parçası haline gelen Ankara Anlaşması hükümlerine rağmen 539/2001 sayılı Tüzüğün Ek-1’ine geçirilerek vize uygulamasına tabi ülkeler arasına konulmuştur. Hâlbuki bilindiği üzere, Ankara Anlaşması ve Katma Protokolü gereğince; serbest dolaşım hakkı, Türk işgücüne yasal olarak verilmiş bulunmaktadır. Öte yandan Türkiye bu durumda da haklarını aramakta maalesef ki geç kamıştır.
Yukarıda sayılan söz konusu hatalar Türkiye’yi telafisi güç bir ekonomik çöküşün içine sokmuştur. Bu duruma gelinmesi de yukarıdaki hataların yanı sıra diğer ekonomik politikaların da ebetteki etkisi vardır. Nitekim IMF ve Dünya Bankası tarafından uygulanan programlarla, “yapısal reform” adı altında, iç tüketimi hızlandıran, yabancı tasarruflarla yatırıma zorlayan bir model getirilmiş, sıcak paraya dönük dış kaynak kullanımı süreci başlamıştır.
IMF ve Dünya politikası ile yanlış uygulanan 1/95 sayılı kararla, beklendiği gibi doğrudan yatırımlar artmamış hatta gerilemiştir. AB ülkeleri gümrüksüz mal satabilecekleri Türkiye'de yatırım yapmak yerine kendi ülkelerinde mal üretip satmayı tercih etmişleridir. Bunun sonucunda, sanayiciler rekabet edemez hale gelmiştir. 1/95 sayılı Karar sonucunda gümrüklerin alabildiğince ve AB rekabetine hazır hale getirilmeden indirilmesi sonucu iki olumsuz gelişme doğal olarak ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki; 1/95 sayılı Karar’ın da dâhil olduğu pek çok nedenden dolayı gelir kaybına uğrayan devletin, Hazine bonoları yoluyla bankalara açılması sonucu, AB ile rekabet edebilecek sanayi için gerekli yatırımlara para bulamayan sanayicinin banka sahibi olmaya yönelmesi ve bu durumun da bankaların boşaltılması ile sonuçlanmasıdır. İkinci olumsuz sonuç ise, AB sanayii ile rekabet etmekte zorlanan Türk sanayinde “kayıt dışı ekonominin” yaygınlaşarak geniş boyutlara ulaşmasıdır.
Avrupa Birliği gibi bir birlikteliğe imza atarken, Türkiye çıkarlarının ileriye dönük olarak tespit edilmesi gerekmektedir. Bu kapsamda TR-AB müzakere sürecinin de önemli bir stratejinin belirlenmesine ve bazı temel noktalara dikkat edilmesi gerekmektedir.
Türkiye’nin gelmiş olduğu bu durum kapsamında öncelikle; kamu kesiminin yapması gereken en önemli çalışma, Gümrük Birliği kararının yanlış uygulanması sonucu devletin alamadığı gümrük vergileri nedeniyle uğradığı zararın boyutları tespit edilmeli, daha sonrasında ise bu zararın tazmini ve giderilmesi konusunda AB’nin anlaşmalardan doğan yükümlülüklerini araştırarak bunların tazmini ve giderilmesi yolundaki çalışmaların yapılmasıdır.
Benzer şekilde müzakere sürecinde kamu çıkarı yanı sıra, şirketlerin ve sanayicilerin çıkarlarının da gözetilmesi önemlidir. Zira bu süre zarfında gelişmelerden yarar ya da zarar görecek olan birinci tarafın tüm iş dünyası olacağı aşikârdır. Bu kapsamda müzakere sürecindeki asıl muhatabın iş dünyasını temsil ettiği için TOBB’u doğrudan ilgilendirdiği ve bu çerçevede müzakere TOBB platformunda yürütülmesi gerektiği düşüncesindeyim.
Bir taraftan müzakere süreci devam ederken gerekli tedbirlerin alınmasının yanı sıra diğer taraftan, Türkiye Avrupa Birliği’nin belirlemiş olduğu rekabet ve ortak ticaret politikalarını uygulamadığı takdirde, AB’nin mahkemesi olan Avrupa Toplulukları Adalet Divanı (ATAD)’na başvuru yapılması, Türkiye’nin halen ve devam eden bir zararı söz konusu olduğundan mümkündür. Türkiye bu hakkını kullanmayarak, halen devam eden zararına göz yummaktadır. Tabii bu kapsamda bir taraftan hukuki hazırlıklar içerisinde bulunulurken, diğer taraftan Türkiye’nin müktesep haklarına da sahip çıkması gerekmektedir. Bu kapsamda bir örnek vermek gerekir ise, son zamanlarda çeşitli AB ülkeleri ile kısa süreli vize muafiyet anlaşmaları yapıldığı görülmektedir. Söz konusu anlaşmalar kısa vadede çözüm olarak kulağa ve pratiğe hoş görünmekte ise de, söz konusu anlaşmalar imzalanırken, Ankara Antlaşması ve ek protokolleri kapsamındaki ilgili maddelere ilişkin haklarımızın saklı tutulduğunun deklare edilmesi gerekmektedir.
Nitekim aksi davranışlar, AB tarafınca yapılan haksızlıklara göz yummak AB tarafının hiçbir hukuki dayanağı olmayan taleplerle Türkiye önüne çıkmasına sebebiyet vermektedir. Bu kapsamda “imtiyazlı ortaklık” kavramına ayrıca değinilmelidir. Bilindiği üzere Sayın Sarkozy Türkiye’ye yönelik “imtiyazlı ortaklık” talepleriyle, ekonomik paketlerin açılmasını engellemiştir. Ekonomik paketlerin engellenmesi ise, Türkiye’nin hakkı olan serbest dolaşımın engellenmesi sonucunu doğurmaktadır. Sayın Merkel ve Sayın Sarkozy gibi siyasetçiler tarafından Türkiye için önerilen “İmtiyazlı Ortaklık” konusunda, AB hukukuna tamamıyla aykırı olan söz konusu statünün savunulmasına ilişkin demeçlere son verilmesi talep edilerek, kendileri tarafından benzer demeçler verilmesine devam edilmesi durumunda, meydana gelecek zararı şahsen kendilerinden talep edilebileceği açıklanabilir. Nitekim hukuki açıdan Türkiye’nin gümrük birliğine geçmiş olması onun zaten imtiyazlı ortak olduğunu göstermektedir. Bu yönüyle meseleye bakıldığında, Türkiye’nin aslında “de facto” (fiilen) AB’ye girmiş olduğu da görülecektir, zira gümrük birliği AB-Türkiye ilişkilerinde son aşamayı oluşturmaktadır. AB Mahkemeleri’nin vermiş oldukları emsal kararlarda kabul edildiği üzere, mevcut haklardan dönülebilmesi ve bu çerçeve mevcut durumdan daha alt bir statüye sokulması da (standstill kuralı) mümkün değildir. Kaldı ki Almanya ve Fransa’nın 1964’te yürürlüğe giren Ankara Anlaşması altındaki imzası ile Türkiye’nin Avrupalı olduğuna ve öyle kalacağına dair hukuken bağlayıcı olan kabulünü "söze bağlılık" ilkesi çerçevesinde vermiştir. Ankara Anlaşması ile Türkiye’nin elde ettiği statünün AB üyelerince ortadan kaldırılması ve “imtiyazlı ortaklık”a dönüştürülmesi için, yasal olarak AB üyelerinin oy birliğine ihtiyaç bulunmaktadır. Yürürlükten kaldırılması için ise, Avrupa Parlamentosu ve Konseyi’nde oy çokluğu ile karar alınması gerekmektedir.
Yukarıda değindiğim hususlar kapsamında bu genel değerlendirmeleri daha somuta indirgeyerek ifade etmek ve bu bağlamda da öneri geliştirmek gerekirse, aşağıda sıralanan hususlara değinilmesinin yararlı olacağını düşünmekteyim. Şöyle ki:
a) Sürece ilişkin bilgilendirme faaliyetlerinin TOBB bünyesinde gerçekleştirilmesi; keza, çalışmalara, TOBB'un uygun göreceği kuruluşların da davet edilmesi istenebilir.
b) Brüksel'de ne olup bittiğinin özeti alındıktan sonra, AB'nin neyi fark olarak gördüğü, neyin öncelikle uyumlaştırmasını istediği, bu işin ne kadar bir sürede karşılanacağı, bu kapsamda, kamu kesiminin nasıl bir inisiyatif kullanmayı düşündüğü belirlenmeye çalışılabilir.
c) AB müktesebatı, yüz binlerce sayfayı aşan, dinamik yapısı nedeniyle de devamlı yenilenen ve değişen bir mevzuata dayandırılmış durumdadır. Bu bakımdan, müzakerenin, sektörlere (üretici kesimlere) nasıl bir ödev yüklediğini, bunun ne kadar ek yatırım gerektirdiğini, bundan sonra neyin yapılıp yapılamayacağını, düşünülen çözüm yollarının neler olduğunu basitleştirilmiş ifadelerle ilgililere anlatmayı gerektirmektedir. Bu kapsamda, yürütülecek çalışmaların, atılacak adımların, ilk etapta ulusal mevzuat dikkate alınarak yapılacağı; bunlara, AB müktesebatının da eklenmesi halinin ayrıca değerlendirilmesi gerekeceği bilinmektedir. İlerlemelerin ulusal mevzuatla çelişki doğurabilecek yönlerinin önceden görülebilmesi; hâsıl olması halinde neyin yapılabileceğinin tespiti gerekmektedir.
d) Türkiye 1973’ten bu yana ve hatta daha eski tarihlerden itibaren neden bu kadar borçlandırıldığını, yönetimde karar alma mekanizmasında yer alanların bu “borçluluk politikası”nın araştırılması gerekmektedir. Bu kapsamda IMF ve Dünya Bankası’nın Türk ekonomisine zarar veren politikalarının ekonomi ve hukuk merceğinden süzerek Türkiye’nin meydana gelen finansal zararlarda IMF ve Dünya Bankası’nın hissesine düşen kısmını önce görüşme yoluyla çözümlenmeye çalışılmalı, bu yol işe yaramazsa uluslararası mahkemelerde hak arama yoluna gidilmelidir.
e) AB’nin Türkiye’ye yönelik, vize, mali yardımları gümrük birliği veya imtiyazlı ortaklık gibi tek taraflı aleyhte uygulamaları ve öneriler aleyhine bizzat AB Mahkemelerinde tazminat talebi için başvurma hakkı mevcuttur. Bu hususun yanı sıra uluslararası platformlara ilişkin örneğin vize muafiyeti gibi yapılan anlaşmalarda, Ankara Anlaşması, Katma protokolden doğan haklarımızın saklı tutulmasının mutlaka deklare edilmesi gerekmektedir.
Bütün bu açıklamalardan görüleceği üzere, AB-Türkiye müzakere sürecinde doğru bir şekilde ilerlemek adına öncelikle geçmişte yapılan hataların irdelenmesi, daha sonrasında ise bu hataların sonuçlarını telafi etmek adına adımlar atılması ve hukuki hakların kullanılması gerekmektedir. Bu kapsamda kanımca CHP’nin asli görevi de müzakere sürecini içini doldurarak hızlandırmak Türkiye’nin kendi hatalarının katkısıyla elinden alınan ve ekonomik güvenliğini tehdit eden bir kısmı yukarda açıklanan yanlışlıkları ortadan kaldırmak olmalıdır.
Saygılarımla,
Av. Dr. Y. Selim SARIİBRAHİMOĞLU