İstanbul
Açık
13°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
35,8609 %0.2
37,2521 %-0.26
99.693,89 %-2.488
3.228,24 0,39
Ara

Başka bir evrende...

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

Sizi tarih yazıcılığının en önemli düşmanıyla tanıştırayım; anakronizm. Tarihsel olayların aktarımı esnasında; olayı tetikleyen bağlamları çarptırmak, olayın içerisinde bulunan kişileri karıştırmak, olayın geçtiği tarihsel mekânı yanlış tasvir etmek, herhangi bir tarihsel unsuru zamansallığından kopararak başka bir tarihsel zamansallıkla karıştırmak anakronizmin çatısının altında değerlendirilir. Yani anlayacağınız üzere tarih yazıcıları, alanlarına dair yedi ölümcül günah belirleseydi şüphesiz bu günahlardan birisi anakronizm olurdu. Çünkü tarih yazıcıları tezlerini oluştururken her toplumsal olayın ve olgunun özgüllüğünün bilincinde olması gerekmektedir.

Ancak tarih disiplininde bir unsur analiz edilirken, ilgili tarihsel unsura benzeştirilebilecek başka bir unsurla kıyaslama yapmak pek tabii mümkündür. Ancak bu kıyaslamanın anakronizm batağından kurtarılması için yerine düzgünce getirilmesi gereken birtakım metodolojik kurallar bulunmaktadır. Ancak bu girişim sizi yanıltmasın, bu yazı söz konusu metodolojik kural ve yöntemleri izah ederek tartışmayacak. Daha ziyade iki farklı dönemi birbiriyle akademik bir kaygı gütmeden kıyaslamaya çalışacak.

Üzerimdeki “tarihçi" yükünü attığıma göre zamanda bir yolculukla Haziran 1949’a gidelim. Türkiye’nin kesintisiz çok partili hayata geçişinden sonra kurulan ilk partilerden olan ve halihazırda ana muhalefet konumunu işgal eden Demokrat Parti, ikinci büyük kongresini gerçekleştiriyor. Parti kongresi kendisinden koparak oluşan Millet Partisi’nin “danışıklı dövüş" suçlamalarını boşa çıkarmak ve iktidarın yeni seçim kanunu baskı altına almak için ilk kongrede oluşturulan Hürriyet Misakı’na benzer bir metin oluşturmak istiyor. Bu istek neticesinde ilgili metni hazırlaması için Adnan Menderes başkanlığında “Ana Davalar Komisyonu” kuruluyor.

Bu noktada bu komisyona neden ihtiyaç duyulduğunu daha iyi anlayabilmek için kısaca partinin üç buçuk yıllık geçmişinden bahsetmek gerekiyor. 7 Ocak 1946’daki kuruluşundan sonra Demokrat Parti genel merkezinin yaşadığı en büyük ikilem, tabanından ve meclis grubundan gelen iktidarın baskıcı politikalarına karşı cılız tepkiler gösterilerek “işbirlikçilik" yapıldığı iddialarını savuşturmak ve iktidarla ilişkisini belirli bir temele oturtup partinin yaşamasını ve gelişimini sürdürmeye çalışmak olmuştur. Ancak partinin aşmaya çalıştığı bu “denge ikilemi", 1948 senesinde ciddi bir çatlakla sonuçlanmıştır. Sertlik yanlısı isimler partiden ihraç edilmiş ve bu isimlerin çok büyük bir kısmı Fevzi Çakmak, Hikmet Bayur, Kenan Öner, Osman Bölükbaşı öncülüğünde Millet Partisi’ni kurmuştur.  En çok oy alan partinin ilgili seçim çevresindeki bütün milletvekilleri kazandığı çoğunluk sistemini esas alan seçim kanunun nedeniyle tabanda yaşanabilecek olası bir bölünme, seçim sistemi nedeniyle partinin iktidar hedefine ciddi bir darbe vurabilirdi.

Sonuç olarak Demokrat Parti seçimde kendisi aleyhine yapılabilecek olası bir eylemi önlemek, iktidarın hazırlamakta olduğu seçim kanununu baskı altına almak ve tabanda oluşabilecek  olası kopuşu engelleyebilmek için “Milli Teminat Andı" isimli bildirgeyi ilan etti. 25 Haziran 1949 tarihinde Demokrat Parti Kongresinin sonunda oy birliğiyle kabul edilen bildirgeye göre 1946’da olduğu gibi seçimlere bir müdahale olması durumunda halk meşru müdafaa hakkını kullanacaktı. Bu bildiri, Cumhuriyet Halk Partili çevreler tarafından “ihtilal kalkışması" denecek kadar eleştirilmiş ve yerilmiş olsa da ilginçtir, neticesinde kimse tutuklanmamış hatta açık oy gizli sayım ilkesi terk edilerek gizli oy açık sayım usulü esas alınan yeni bir seçim kanuna geçilmiştir.

“... Mevzu kanunlara ve müesses nizama aykırı hareket, kuvvet darbesi, millet ve vatandaş haklarının ihlali neticesine varacağından meydan verilmemek üzere, memleket için büyük zarar ve tehlikeleri mucip olacak bu hale müsaade edilmemesi, bu mevzuda haklarına tecavüz olunan bütün vatandaşların meşru müdafaa hallerinde kalarak, haklarını anayasa ve Türk Ceza Kanunu’nun müeyyidelerine dayanarak hareket etmeleri kaçınılmaz bir zaruret olacaktır...” (Milli Teminat Andı)

Ocak 2025’e geri dönelim. Geride bıraktığımız dönemde Cumhuriyet Halk Partili belediye başkanları Ahmet Özer ve Rıza Akpolat tutuklandı, Cumhuriyet Halk Partisi Gençlik Kolları Başkanı Cem Aydın gözaltına alındı, uygulamaları eleştiren İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında soruşturma başlatıldı ve Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek" gerekçesiyle tutuklandı.

Bütün bu kaotik siyasi gündemin haricinde, kamu kurumlarının bariz ihlallerinin söz konusu olduğu yangın felaketinde yetmiş sekiz vatandaşımız hayatını kaybetti. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Yargı Reformu Stratejisi toplantısında, sadece iki gün önce yaşanmış olan yangın felaketine şöylesine bir değindikten sonra ana muhalefet liderini alenen tehdit etti.

“... Yargı mensuplarını kimse tehdit edemez, mahkemeler üzerinde baskı kuramaz, yargı mensuplarına parmak sallayamaz. Buna biz de izin vermeyiz yargımız da izin vermez. Mahkeme kararlarını gerekli nezaketi göstererek eleştirebilirsiniz. Ama bu ülkenin ana muhalefet partisi lideri olsanız da kameralar karşısında hukuk insanlarına tehditler savuramazsınız....”

Aslında bakarsanız; vatandaşların kamu kurumlarına güvendiği bir ülkede yaşıyor olsaydık, yargının bağımsız olduğu bir ülkede yaşıyor olsaydık, bürokrasinin önemli makamlarını işgal edenlerinin meşruiyetlerini siyasilerden değil kurumlarının güvenirliğinden aldığı bir ülkede yaşıyor olsaydık, anayasanın hükümlerine uyan bir iktidara sahip bir ülkede yaşıyor olsaydık; açıkçası Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklamalarını hakkaniyetli bulabilirdim. Ancak bugüne gelinen süreci ve siyasi bağlamı değerlendirdiğimde bu açıklamaların muhalifler ve muhalefet için yapıcı bir geri bildirim olduğunu asla düşünmüyorum.

Şimdi gelelim yazı boyunca sinsice cevabı aranan altın soruya. Başka bir evrende yaşıyor olsaydık ve bugünün ana muhalefeti Cumhuriyet Halk Partisi kurultay kararı alıp, bu kurultayda oybirliğiyle “Kanunlara ve anayasaya aykırı hareket, seçilmişlerin ve seçimlerin meşruluğuna yönelik kuvvet darbesi ve vatandaşların anayasal haklarının ihlal edilmesi durumunda bütün vatandaşların meşru müdafaa haline geçerek haklarını anayasal çerçevede araması kaçınılmaz olacaktır.” ibaresini içeren bir bildirgeyi kabul etseydi, iktidarın tepkisi nasıl olurdu? Sürekli eleştirdiği “cehape" zihniyeti gibi tepki sadece medyayla sınırlı kalır ve hükümet yetkilileri sükûnet çağırılarıyla ortamı yumuşatmaya mı çalışırdı? Yoksa “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs" ve “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik" gerekçeleriyle yeni soruşturmalar ve tutuklamalar mı peydah olurdu?

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *