
Kardeşlik Doğu Akdeniz’de Boğuldu (2)

Sessizlikle yanıt verilen ihanet
Türkiye’de bir dış politika skandalı yaşanıyorsa ve iktidar sessiz kalıyorsa, bilin ki bir sonraki gün hedef şaşırma kampanyası başlatılacaktır. Nitekim öyle de oldu. Orta Asya’daki “kardeşler” Kıbrıs’ta Rum tarafına büyükelçi atarken, Ankara’daki hükümet yetkilileri bu rezaleti geçiştirmek için muhalefeti hedefe koydu. “Kardeşlerimiz yanlış yaptı” demek yerine, “muhalefet haddini bilsin” demek her daim daha kolaydı.
CHP lideri Özgür Özel’in “cunta düzeni” eleştirisine karşı, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın gösterdiği refleks örnek alınası bir hızda gerçekleşti. Cevap saniyeler içinde geldi. Ama Kazakistan’ın Lefkoşa’ya büyükelçi atadığına dair açıklama hâlâ bekleniyor. Demek ki Türkiye dış politikası, “iç politika diliyle konuşulacak kadar önemsiz” hâle geldi.
Muhalefet ise bu suskunluğun bir “diplomatik felaket” olduğunu ilan etti. CHP dış politikadan sorumlu yöneticileri, AB’nin Orta Asya’daki yatırım politikaları karşısında Türkiye’nin etkisiz kaldığını belirtti. KKTC’nin, Türkiye tarafından yalnız bırakıldığını ve Türk Devletleri Teşkilatı’nda artık “gözlemci bile görülmediğini” açıkça ifade etti. Ancak bu eleştiriler, Beştepe’den “dış mihraklarla iş birliği” olarak anlaşıldı. Dış politika analizleri, “yerli ve milli duruşa ihanet” etiketiyle kriminalize edilmeye başlandı.
Muhalefet konuştu, susturulmaya çalışıldı. Ama Türkmenistan konuşmadı, Güney Kıbrıs’a elçi gönderdi. Ona ses yok. Özbekistan susmadı, AB bildirgesine imza attı. Ona da tepki yok. Ama muhalefet cümle kurduğunda, hemen manşet: “Cuntacı dış politika anlayışı!”
Burada dramatik olan, Türkiye’nin, Orta Asya’daki kardeşleriyle ilişkilerini sadece “dil ve tarih” ortaklığına indirgemesidir. Oysa bu devletler, uluslararası sistemde kendi menfaatlerine göre pozisyon alıyorlar. Onları “kardeşlik” duygularıyla değil, ekonomik ve stratejik akılla yönlendirmeniz gerekir. AB bunu yaptı. Türkiye ise duygusal ve hamasi cümlelerle yetindi. Sonuç? Elçilikler açıldı, KKTC dışlandı.
Bunun KKTC üzerindeki etkileri ise düşündürücü. Ada’nın kuzeyinde “egemen eşitlik” ve “eşit uluslararası statü” kavramlarıyla yürütülen politikaların temeli çöktü. “İki devletli çözüm” söylemi, bir sabah Orta Asya’nın borsasında değer kaybetti. KKTC, uluslararası sistemde hiçbir zaman yalnız kalmadığı kadar yalnız kaldı. Kaderi, Türkiye’nin diplomatik reflekslerine endeksli bir devlete dönüştü. Ancak o refleks de artık sadece “yerli ve milli magazin diliyle” çalışıyor.
Kıbrıs Türkü’nün tarihsel trajedisini bilenler için bu süreç aslında tanıdık. Girit’te de benzer şeyler olmuştu. Osmanlı bayrağı Kandiye Kalesi’nde dalgalanırken, Avrupa Devletler Konseyi Girit’i çoktan paylaşmıştı. Osmanlı’nın diplomatik rüyaları, Avrupalı devletlerin çıkar hesabında boğulmuştu. Bugün olan da farklı değil. Kıbrıs’ta bayrak var, devlet var, halk var. Ama tanıyan yok. Çünkü tanıtamayan bir Ankara var.
Sadece KKTC mi yalnız bırakıldı? Hayır. Türkiye de kendi kurduğu teşkilatta yalnız kaldı. 2022’de büyük törenlerle gözlemci üye yapılan KKTC, bir yıl sonra Astana’daki TDT Zirvesi’ne davet edilmedi. Ve Türkiye bunu sineye çekti. Şimdi o teşkilatın üç ülkesi Güney Kıbrıs’ta büyükelçilik açtı. Ve hâlâ Ankara, “Kardeşlik bağlarımız güçlüdür” diyerek diplomatik bir masal anlatıyor.
İktidar cephesindeki yorumlar ise gerçekle bağını çoktan koparmış durumda. “Bu kararlar geçicidir”, “Türkiye’ye rağmen olmaz”, “Tarihi bağlar her şeyin önündedir” gibi klişe söylemlerle kamuoyu avutuluyor. Oysa gerçek şu: Tarihî bağlar, ekonomi ve güvenlik ilişkilerinin gölgesinde eriyor. Brüksel’den gelen 12 milyar Euro’luk paket, Türkiye’nin 40 yıllık Kıbrıs politikasından daha cazip hâle geldi.
İşte bu noktada asıl trajedi başlıyor: Türk Devletleri Teşkilatı, Türkiye’nin stratejik vizyonunun değil, Avrupa Birliği’nin yatırım ajandasının arka bahçesi hâline geliyor. Sözde kardeşlik, aslında yatırım şartnamesine eklenmiş bir iyi niyet paragrafından ibaret kalıyor. Ve Türkiye, tüm bunlara rağmen “susmayı” bir devlet refleksi sanıyor.
Kamuoyundaki sarsıntı da cabası. Sosyal medyada “Nerede bu Dışişleri?” sorusu ilk kez bu kadar yaygın soruluyor. Genç kuşaklar, “Kıbrıs davası” diye anlatılanların AB fonları karşısında buharlaştığını görüyor. Diplomasiye dair duyulan son inanç kırıntıları da kayboluyor. Ama bu esnada, Anadolu Ajansı “Türk dünyasında Nevruz coşkusu” başlığıyla Kırgızistan’daki festivalden fotoğraf paylaşıyor.
Bu da yeni Türkiye’nin diplomatik tablosu: Kıbrıs’ta yalnız, Akdeniz’de sessiz, Orta Asya’da dışlanmış ama hâlâ “büyüyen Türkiye” manşetleriyle yoluna devam eden bir ülke.
Ustası olduğumuz masada çırak kaldık
Tarih bazen öğretici değildir; çünkü bazı ülkeler ders çalışmak yerine hamasetle sınava girmeyi tercih eder. Türkiye’nin Kıbrıs ve Orta Asya politikası da bu sınıfta kaldı. Türk Devletleri Teşkilatı, büyük umutlarla, ortak alfabe ve tarih kitaplarıyla kuruldu ama ne yazık ki ortak vicdanla sürdürülemedi. Ve bu çöküş, Avrupa Birliği’nin öncülüğünde Brüksel satranç tahtasında gerçekleşti.
Stratejik olarak Türkiye, uzun süredir kendi kurduğu masada yalnız kalıyor. Karabağ’da zafer kazanıldığında “Türk dünyasının kapıları açıldı” diye nutuklar atılmıştı. Oysa o kapıdan ilk girenler Brüksel temsilcileri oldu. 2025 Nisan ayında AB liderleri Özbekistan’a sadece yatırım değil, diplomatik yön çizdi. Ve o çizgi, Kıbrıs’ın kuzeyini silip güneyini altın harflerle işaretledi. Üstelik bu haritayı, Türk Devletleri’nin elçileri birlikte imzaladı.
Bu aslında yeni değil. “Bizi tanımazlar ama Rum’u tanırlar” gerçeği 1983’ten beri ortada. Fakat bu kez fark, sırtımızdan bıçağı Rum değil, “bizimkiler” sapladı. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıyan Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan sadece Güney Kıbrıs’ı onore etmedi; aynı zamanda Türk Devletleri Teşkilatı’nın da içini boşalttı. Çünkü kardeşlik, Brüksel’in mutfağında pişen diplomatik yemeklerle değil, Lefkoşa’da açılan elçiliklerle sınanır.
Tarihsel örnek isterseniz, buyurun size Girit. Osmanlı, 56 yıl boyunca “Girit Osmanlı toprağıdır” diye nutuk attı. Ama Girit Türklerinin tamamı ya sürüldü ya katledildi. Avrupa Devletler Konseyi ısrarla “Girit Osmanlı toprağıdır” diyordu ama Kandiye Kalesi’ndeki bayrak yalnız dalgalanıyordu. Sonuç? 1913’te Osmanlı pes etti. Bugün de benzeri bir durum yaşanıyor: Lefkoşa’da Türk askeri var, KKTC Cumhurbaşkanı var ama “kardeş ülkeler” Güney Kıbrıs bayrağını göndere çekiyor.
Bu noktada “ihanet” kelimesi hafif kalıyor. Zira bu, açık pazarlıkla yapılmış bir dışlama. AB’nin yatırım paketinde yazan gizli madde değil, aleni şart: KKTC’yi tanımayacaksın. BM’nin 541 ve 550 no’lu kararlarına sadakat göstereceksin. Ve bu şartı imzalayan üç ülke, Türk Devletleri Teşkilatı’nın asli üyeleri. Hani dönüp baktığınızda aynı tarih kitaplarını yazdığımız, ortak müfredat geliştirdiğimiz devletler…
Şimdi soralım: Ortak tarih kitaplarında, “2025 yılında üç Türk devleti, Güney Kıbrıs’ı tanıyıp Türkiye’ye sırtını döndü” ifadesi yer alacak mı? Yoksa bu paragraflar da “jeopolitik hassasiyet” gerekçesiyle sansürlenecek mi?
Bu tabloya rağmen Türkiye hâlâ AB’ye “dengeli yaklaşım” gösteriyor. Çünkü içeride anlatılan dış politika başarıları, dışarıda yaşanan diplomatik kayıplardan daha önemli sayılıyor. Oysa Avrupa Birliği, Orta Asya’daki etkisini artırırken Türkiye’yi sistem dışına itiyor. Bu bir kenara, Fransa gibi aktörler Türkiye’nin tüm Doğu Akdeniz planlarını devre dışı bırakacak denklemler kuruyor. Ve Ankara, hâlâ AB ile “pozitif gündem”den bahsediyor.
Stratejik yalnızlık, bazen gürültülü olur. Ama Türkiye’ninki sessiz bir yalnızlık. Gürültüyü içeriye saklamışız: Muhalefete karşı slogan var, “yabancı medyaya” karşı cümle var, sosyal medyaya sansür var ama Orta Asya’dan gelen diplomatik tokada karşı sadece suskunluk var. Ne büyük strateji!
Dahası var. Bu yalnızlık, Doğu Akdeniz’de de derinleşiyor. Oruç Reis ve Abdülhamid Han gemilerinin “Akdeniz’de fırtına gibi eseceği” günlerden, bugün Somali açıklarına sürüklenen sondaj gemileri dönemine geçtik. Enerji diplomasisinde masa kurmak için sahada olmak gerekirken, biz artık masada bile değiliz. Çünkü Kıbrıs meselesinde yalnızlaştık. Çünkü Orta Asya’daki “bizden” olan ülkeler bile Kıbrıs’ta bizi dışladı. Çünkü AB, bizden önce davranıp oyunu kurdu.
Burada yine dramatik bir gerçek karşımıza çıkıyor: Türkiye’nin dış politikası, artık sadece iktidarın iç politika denklemiyle hareket ediyor. Reel politika, çıkar dengesi, stratejik derinlik gibi kavramlar, yerini “algı yönetimi”, “vatandaşın gönlünü kazanma” ve “seçim öncesi dikkat dağıtma” taktiklerine bırakmış durumda. Dış politika, artık içeride atılan bir sloganla yürütülüyor: “Biz büyüğüz!” Peki ya büyükler de yalnız kalırsa?
Bugün, Türk Devletleri Teşkilatı’nın gayriresmî zirvesi Macaristan’da yapılacak. Gündem ne mi olacak? Ortak spor oyunları, ortak turizm rotaları, Nevruz kutlamalarının ortak takvimi… Güney Kıbrıs’a büyükelçi atanması mı? O gündemde yok. Çünkü o başlık Türkiye’yi rahatsız ediyor. Çünkü o başlık, kardeşlik masalını bozan gerçek.
Ve işin en can acıtan tarafı, KKTC, gözlemci üye yapıldığında “büyük başarı” diye manşet atanlar, bugün “neden davet edilmedi” diye tek cümle kuramıyor. Oysa diplomasi, hafızayla yürütülür. Ama Türkiye dış politikada artık hafıza yerine “gündelik unutkanlık” stratejisiyle ilerliyor.
Türk dünyası haritada, Türkiye gönülde yalnız
Eskiden kardeşler bir araya geldi mi yürek kabarır, haritalar büyürdü. Şimdi kardeşlikten söz edildiğinde yatırım protokolleri, AB fonları ve ortak basın bildirileri geliyor akla. Türk Devletleri Teşkilatı’nın “birlik ruhu” Lefkoşa’da değil, Brüksel’de yeniden tanımlandı. Kıbrıs Türk halkı, bu yeni tanımın dışına çıkarıldı. Türkiye ise bu “dışlama politikasına” içeriye dönük bir sessizlikle cevap verdi.
Bu noktada şunu sormak gerekir: Madem bu kadar susacaktık, neden ısrarla KKTC’yi Türk Devletleri Teşkilatı’na gözlemci üye yaptık? Neden her platformda “iki devletli çözüm” diye bastırdık? Neden Sayın Cumhurbaşkanı BM Genel Kurulu’nda “KKTC’yi tanıyın” diye çağrı yaptı da, üç ay sonra Orta Asya’daki kardeşlerimiz Rum tarafına büyükelçi atadığında tek bir resmi kınama bile yayımlayamadık?
Yanıtı basit: Çünkü dış politikada bir hedefimiz varsa, onu gerçekleştirecek ne diplomatik takatimiz kaldı ne de bölgesel saygınlığımız. Çünkü dostlarımızla ilişkilerimiz, “dostane temenniler” düzeyinde, somut çıkar ilişkileri düzeyine ulaşamadı. Çünkü artık “kardeşlik” kavramı, sadece iç kamuoyuna dönük bir retorik süsü hâline geldi. Dışarıda ise herkes çıkarına bakıyor.
Daha dramatik olan ise şu: Bu gelişmeler, sadece KKTC meselesiyle sınırlı kalmayacak. Türk Devletleri Teşkilatı, artık Türkiye’nin liderlik iddiasına değil, AB’nin finansman vaatlerine göre hareket edecek. Bu, bir birlik projesinin çöküşüdür. Şairin dediği gibi: “Ne haritada ne gönülde bir yerimiz kalır.” Biz haritada görünüyoruz, ama gönüllerde artık çoktan “başka kapı” aranıyor.
Ve tüm bu kırılmanın ortasında, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan hâlâ tek bir cümle kurmadı. Suriye’ye büyükelçi atandığında, ABD bir karar aldığında, Afrika’da bir darbe olduğunda anında açıklama yayımlayan Dışişleri, bu konuda suskun. Çünkü bu krizi tanımlamak, başka krizleri de beraberinde getirecek. Çünkü tanımlarsan, müdahale etmek zorunda kalırsın. Ama bizde dış politikada artık tercih edilen strateji şu: “Tanımlamamak, sorun yokmuş gibi davranmaktır.”
Yalnız bu tavır sadece Ankara’da değil, Lefkoşa’da da ciddi bir güven kırılmasına neden oldu. KKTC’de toplum, ilk kez “biz yalnızız” duygusunu bu kadar derinden hissediyor. Türkiye, KKTC’yi dış dünyaya tanıtamadı, hatta Türk Devletleri Teşkilatı’na bile kabul ettiremedi. Bu başarısızlık, sadece diplomatik değil, psikolojik bir çöküştür. Kıbrıs Türk halkı, Rum propagandasının değil, Türk suskunluğunun hedefi oldu.
Oysa çözüm çok da karmaşık değil: Türkiye önce bu gelişmeyi açıkça tanımlamalıydı. “Üç kardeş ülke, Güney Kıbrıs’ı tanımakla stratejik hata yapmıştır. Bu, birlik ruhuna aykırıdır” demeliydi. Ardından Türk Devletleri Teşkilatı’nı acilen toplantıya çağırıp bu adımı tartışmalıydı. Azerbaycan gibi dostlarla temas kurmalı, ortak diplomatik refleksler geliştirmeliydi. Ama biz ne yaptık? Gözümüzü kapattık, kulaklarımızı tıkadık ve sadece “muhalefet haddini bilsin” dedik.
Sonuç ortada: Türk Devletleri Teşkilatı’nın Macaristan’daki zirvesine KKTC yine davet edilmeyecek. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ise Orta Asya’da her geçen gün daha fazla elçilik açacak. AB’nin “Küresel Geçit” projesi adım adım Kıbrıs üzerinden ilerleyecek. Türkiye ise hâlâ 1983’te kalmış duygusal reflekslerle bu çağdaş jeopolitiği anlamaya çalışacak.
Ve muhtemelen bu konulara dair kamuoyunda çıkacak ilk haber, “Güney Kıbrıs, Türk mallarını ithal etmeye başlayabilir” başlığı altında verilecek. Bizde büyükelçi atamaları kriz değil, ama zeytin yağı ihracatı müjde olabilir.
İşte bütün bu manzaranın özeti budur: Kardeşlik Doğu Akdeniz’de boğuldu.
Türkiye, bu fırtınayı izlemekle yetindi. Dışişleri Bakanı, bu faciaya tek cümle etmedi. Ama muhalefete “cunta” diye bağırmakla dış politikada zafer kazanacağını sandı.
Ve belki de en acı olanı şudur: Bir gün tarih bu dönemi yazarken “Türkiye en güçlü olduğunu sandığı anda, en yalnız kaldığı yer Kıbrıs oldu” diyecek.
Vurgulamak gerekiyorsa, söylemek zorundayım ki diplomasi, ses tonuyla değil, sükûnetin içeriğiyle yapılır. Suskunluk bazen asalet olabilir; ama bu suskunluk, kardeşliğin yok sayıldığı, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin dışlandığı, Kıbrıs Türk halkının terk edildiği bir sessizlikse, adı ancak acizlik olur.