Yine de Yeşilçam zamanlarıyla kıyaslandığı vakit güdük bir başarı bu… Şu anki rekor üretimi katlarca aşan film sayısı bir yana, o yıllarda gösterime giren filmlerin çoğu kendini karşılıyor hatta epey kara geçiyordu. Oysa bu yıl izlediğimiz filmlerden kendi bütçesini karşılayacak kadar seyirci bulanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez! Rakamlardan kendimizi kurtarıp duygusal baktığımızda da şimdiki işler Yeşilçam’lı ‘Türk’ filmlerinin yanına bile yaklaşamayacak, soğuk, laubali ve sentetik işler…
Peki bir zamanların Yeşilçam işlerini ya da halk ağzıyla “Türk filmi”ni bu kadar özel ve farklı yapan şey neydi? İşte bazılarınız için oldukça mantıksız görünebilecek önermem de burada geliyor; O filmler “Türk filmi” değildi… O filmler “Türk” olduğu kadar “Ermeni” de olan filmlerdi!
Türk Sinemasında 1923’ten önce sinemacıların tamamı azınlıklardan oluşuyordu. İlk Türk filmindeki hemen herkes gayrimüslimdi. Bu başlangıç sebebiyle olsa gerek, Yeşilçam ikliminde hiçbir zaman ayrımcılık olmadı. Eski filmlerin hala bir jeneriğe sahip olanlarını izlediğinizde özellikle teknik adamların adlarına dikkat edin. Orada pek çok Türk olmayan vatandaşımızın ismine rastlayacaksınız. Şöyle diyelim; eğer Yorgo İlyadis diye bir adam olmasaydı “Türk filmi” dediğimiz şeyde o kendine has yumruk, tabanca, at kişnemesi, araba motoru sesleri olmayacaktı. “Dıkşinn yaa!” diye bir lezzetten sorumlu ağabeyimizdir kendisi ve Yeşilçam’ın en iyi ses teknikeridir. Teknik adamlardan daha pek çok isim var; Kriton İlyadis, Mike Rafaelyan, Lazar Yazıcıoğlu…
Oyunculara geldiğimizde ise araştırma heveslisi olmayanları şaşırtacak pek çok ismin yine azınlık insanlarımızdan olduğunu görürüz. Fırıl fırıl dönen gözleriyle çocukların sevgilisi olan Sami Hazinses‘in asıl adının Samuel Uluç, annemiz bildiğimiz Adile Naşit‘in Adile’sinin aslında “Adela” olduğunu da pek kimseler bilmez…
Peki Kirkor Cezveciyan desem kim tanır? Halbuki tam 220 filmde oynamış kıymetlilerimizden biridir o ama ancak Kenan Pars dediğimizde hemen gelir fotoğrafı gözümüzün önüne…
Ya “Bediaa!” diye bağıran Horoz Nuri amcamız Vahi Öz‘ün, Vahe Özinyan olduğunu kaç kişi bilir? Daha kimler, kimler var; Turgut Özatay, Danyal Topatan, Nubar Terziyan, rivayete göre Ayhan Işık…
İşte bu dokunuş, Yeşilçam’ın ve “Türk sineması” dediğimiz şeye kimlik kazandıran onu sinema olmaktan çıkarıp yaşam haline dönüştüren samimiyeti getiren şeydi. Belki de sinemamız artık sadece biz Türklere kaldığı için bu kadar üşütüyor. Anadolu, binlerce yıllık tortusundan kaynaklansa gerek sadece bir ırkın anlatabileceği bir kültür ya da iklim değil. Yeşilçam biraz bilinçsiz de olsa, Türkler ve ötekilerden kurduğu “Cennet Krallığı” ile bambaşka şeyler anlatabilen bir sinemaydı. Tüm alışkanlıkları bilgece harmanlayıp ötekine sunan bir yapı… Şimdi izlediklerimizden böyle bir tat, keyif alabiliyorsanız yazdıklarımı peşinen reddediniz ama bunu Ayhan Işık öldüğünde “Seni çok seven Nubar amcan…” diye yayınlattığı taziye yüzünden neredeyse taşlanacak olan Yeşilçam’ın altın kalplisi Nubar Terziyan’ın gözlerinin içine baktığınızı düşünerek yapın.