Saraçhane’den Silivri’ye: İmamoğlu Yokuşu, Özgür Özel Virajı mı?

Ekrem İmamoğlu'nun tutuklandı ve ülke dört bir yandan ayaklandı. Gençler, öğrenciler, vatandaşlar; sokaklar dolusu yürüyüş, gösteri, itiraz, boykotlar, isyan.
İmamoğlu için mi, hak, hukuk, adalet için mi… Belki de yalnızca “Biz buradayız,” demek için…
İktidarın gölgesindeki devletin tüm kolları firesiz bir orkestra gibi çalarken… Böylesine tek maestrolu katı bir düzen içinde, muhalefet partisi, muhalif belediyeler akılsızca ve izansızca riskler alabilir mi... Dijital çağda ve dijital araçların tümünün, “mutlak erk” tarafından kendi hükmünü devam ettirmek için rahat, kolay ve canının istediği gibi kullanılabilirliği ortadayken… Alıp verilen her nefesin kayıt altında olduğunu unutabilir mi muhalefet partisi yöneticileri… Sistem bu kadar açıkken, fırsatçılığa kapılmak, bu kadarına cesaret etmek.. gerçekten mümkün olabilir mi… Üstüne bir de birbirini ele vermek…
Kıbrıs'ta sınavsız girilen iki yıllık bir okuldan ülkenin en köklü üniversitesine transfere dayanan (ki Galatasaray Üniversitesi gibi köklü bir bilim yuvasına bile bu yolla profesör olunabilen arızalı bir sistemin neticesidir bu… Bazıları gaz yağı lambalarında ter dökerken, dirsek çürütürken, bir yanda FETÖ’nün çaldığı sorularla en iyi üniversitelere girenler, diğer yanda da böyle yan yollardan kapak atanlar… Karşılaştırmak doğru değildir belki ikisini ama biraz da benzemiyor mu gerçekten…) ve nihayet iptal edilen diploma; yolsuzluk, usulsüzlük iddiaları; ortaya dökülmeye başlayan para alışverişiyle ilgili ses kayıtları… Bir de Erdoğan’a bakılırsa “turbun büyüğü de henüz heybedeyken…”
Yapılan tüm bu suçlamalar ve fazlasıyla ilgili iktidarın ve aparatlarının %30 haklı olduğunu kabul edelim, geri kalan %70 de İmamoğlu ve muhalefet haklı olsun. Ne yapmalıyız bu durumda? Takınılması gereken doğru tavır nedir? Ülkenin geleceğine dair sorunları çözümlemede düşülen çıkmaz yol… Peki daha doğru, üçüncü bir seçeneğimiz neden yok? Neden hep kırk katır mı kırk satır mı kıskacında sıkışıp kalıyor bu ülke? İmamoğlu mu, Erdoğan mı? Son yaşananlarla birlikte bu iki kutup arasında sıkıştırıldık adeta.
Halbuki CHP gibi köklü bir parti, Atatürk’ün partisi, tarihinden ve misyonundan aldığı güçle çok daha fazlasını sunabilir: Yeni bir yol, yeni bir vizyon…
Bu ülke, yirmi küsür yıldır kötü yönetim politikaları, türlü çeşit adaletsizlikler, hukuksuzluklar ve şimdi de diploma sahtecilikleri, yolsuzluklar, usulsüzlüklerle anılıyor. Akıllı, zekalı, donanımlı, bilge insanlar bu ülkeden kaçıyor veya sesleri bastırılıyor. Geriye kalanlarla da ülke duçar, perişan oluyor…
Bütün bunların bedeline gelince… Onu elbette her zaman olduğu gibi halk ödüyor.
MEYDANLAR NEDEN DOLDU?
Türkiye'deki demokrasinin içine düştüğü bunalım, siyasi arenada bir rejim mücadelesine dönüşmüştür. Batılı demokrasilerde politika, hizmet ve yönetim vaatleriyle şekillenirken; ülkemizde adeta bir güç oyununa, rejim değişikliğine yönelik bir mücadeleye evrilmiştir. Halkın iyiliğini hedeflemekten ziyade, yönetim biçimlerini dönüştürme çabası gibi görünmektedir.
Batı’da politika, "polis"ten gelir; yani şehirde olup bitenleri konuşmak, birlikte yönetmek demektir. Müzakere, diyalog ve ortak akıl siyasal sürecin temelidir. Ama bizim gibi ülkelerde siyaset, çoğu zaman bir “seyislik sanatı”na dönüşür. Toplum güçlüdür, dirençlidir; ama onu itaatkâr hale getirmek için yönetenler bazen cezaya, bazen ödüle başvurur. Yani siyaset, bir atı terbiye eder gibi toplumu kendi güdümüne sokma sanatına dönüşür.
Bu yüzden de ülkemizde siyasi iktidarların yargıyı bir silah gibi kullanma girişimleri, hukukun kutsiyetini zedelemekte; doğrudan adaletsizliklere ve kanunsuzluklara yol açmaktadır.
Çok büyük hukuksuzluklar gördük bu topraklarda. Mahkeme salonları, adaletin değil, gücün dekoru oldu çoğu zaman. Coğrafyamızdaki iktidar hırsı, sadece yönetme arzusundan değil; ülkenin tüm kaynaklarını sahiplenme, mutlak otoriteyle her şeyi denetleme arzusundan besleniyor. Söz konusu arzunun ardında ise neredeyse ilahi bir heves var; tanrının yeryüzündeki temsilcisi gibi davranma isteği. İktidar burada sadece bir makam değil, bir varoluş biçimi.
Oysa demokratik ülkelerde başka bir şey oluyor. Bir hata yapıldığında iktidar makamında olanlar, gerek cumhurbaşkanı, gerek bakanlar ve milletvekilleri, gerekse yerel yöneticiler çekiliyor, özür diliyor, istifa ediyor! Gitmek, silinmek gibi değil. Onurlu bir ara, belki sonra tekrar dönüş, belki huzurlu bir son… Ya bizde? Burada iktidar kaybedilmez, burada iktidar uğruna her şey mübahtır… Bu ihtiras, bu kavga, bu doymak bilmeyen şiddet… Nedir bu? Nedir bu kör hırsın kökeni?
İşte bu yüzden, sadece adalet değil, siyaset de yoruldu bu ülkede. Şimdi herkes sahnede; mağdur rolünde olan da, zalim kostümü giyen de…
İmamoğlu'nun bir şafak operasyonuyla, şok edici bir biçimde göz altına alınışı ve sonrasında tutuklanması, halihazırda mevcut duurmdaki onunla ilgili bu mağduriyet algısını daha da pekiştirdi. Böylece insanlar sokaklara, aslında somut bir karşılığı olmadığını herkesin bildiği sembolik sandıklara koştu. İmamoğlu ile ilgili iddiaların ne kadarı doğruymuş, ne kadarı yalanmış, kimsenin çok da umrunda değildi. İnsanlar, birincisi, mağdur olduğunu düşündüklerine, ikincisi de hasret kaldıkları hak, hukuk, adalete sahip çıkmak istedi. O kalabalıkların içinde, yarım kalmış Gezi’nin hevesi, yıllardır bastırılmış öfkesi de vardı…
Aslında en mağdur, halkın bizzat kendisiydi. Yaşam standartları diplere çekilmiş, ne ekonomik, ne hukuki, ne de toplumsal güvencesi kalmış… Üstelik ona gerçek anlamda sahip çıkan kimse yoktu…
***
O gençler... O yürüyenler... Üniversitelerden alanlara, alanlardan meydanlara dökülen tertemiz çocuklar. Demokrasi, özgürlük, adalet diye bağırıyorlar. İnandıkları için, saf bir öfkeyle, gerçek bir isyanla. Ama asıl acı olan şu: Bugün bu çocuklar, birçoğu Erdoğan’la doğup büyüyen nesil. Gözlerini açtıklarında gördükleri şey; çarpıtılmış bir hukuk, çifte standartlı bir adalet, kirli bir sistem, liyakatsizlik. Bu düzen, onların zihinlerinde “adalet” kelimesini çoktan aşındırdı… Her şeyin iftira olduğuna inanmaları, içine doğdukları bu hastalıklı sistem düşünüldüğünde, çok doğal.
Ancak insan düşünmeden edemiyor. Bu gençler “Biz kimi savunduk?” diye soracaklar belki bir gün. Bu sezgi, içlerini kemiren o belirsiz huzursuzluk, öyle kolay bastırılamaz. Kimse İmamoğlu’nu zihninde, kalbinde yüzde yüz aklayamıyor. “Hayır, o asla yapmaz,” cevabını net biçimde duyamıyorsunuz. İhaleler, usulsüzlükler, kadrolaşmalar… Beylikdüzü’nden bugüne uzanan o dar çevre… Aynı ekiple İstanbul’un tamamına hükmetmeye kalkmak… Adeta partiyi teslim almak… Tüm o hırs…
İmamoğlu aslında o meydanları dolduran renkli kalabalık için sembol bir isimdi aslında, doğru. CHP, tarihsel olarak İmamoğlu’ndan da büyüktür. Bugün ise birkaç kişinin şahsi ajandası, partiyi ideolojik çizgisinden uzaklaştırıyor. Sosyal demokrat bir partide, liyakatın, şeffaflığın, eşitliğin tartışmasız olması gerekmez miydi? Nerede o “her ay bütçeler yayımlanacak” vaatleri? Nerede o ilan panolarına asılacak harcamalar?
Bugün sokakta yürüyen gençler, belki farkında olmadan bir sistem eleştirisi değil; bir kişilik kampanyasına destek veriyor. 1970’lerde üniversite öğrencileri, tam bağımsız Türkiye, demokratik üniversite, özel yüksek okulların kapatılması için yürüyordu. Bugün ise üç kuruşluk menfaat ilişkileriyle örülmüş, karanlık bağlantıların dehlizlerinde sürükleniyorlar.
Toplum sorgulama yetisini çoktan rafa kaldırmış gibi. Herkes kendi cephesinden bakıyor. Muhalifler, CHP’liler yolsuzluk yapmaz, (tıpkı 70’lerin sonunda Demirel’in dediği gibi; “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtmezsiniz…”) görüşüne sarılmak istiyor. Sol, zaten doğası gereği şeffaftır diye düşünülüyor. İçten içe şaibeyle sarılı olsalar da. Oysa ki gerçekler hep bir kenarda birikiyor. Ve gün geliyor, sustuğumuz her şey kulaklarımıza birer çığlık olarak doluyor.
***
CHP’nin tüm siyasi çatışmalardan, siyasetin kirli oyunlarından, isimlerden, etiketlerden, kurumlardan büyük olduğuna inanan ve buna rağmen (ya da bu yüzden!) Pazar günü sandığı gidip dayanışma oyu vermeyenler belki de bu tavrı, bu kez bir oy pusulasına sığmayacak kadar kirli bir tablonun, tutmamış bir oyunun parçası olmak istemedikleri, halkın saf ve iyi niyetli duygularının alet edilmesine, CHP şemsiyesi altında herhangi bir perdeleme, gölgeleme yapılmasına karşı oldukları için, henüz yazılmamış, temiz bir sayfanın tarafında oldukları için takınmışlardır…
Ne de olsa sel gider, kumu kalır…
Adaleti Nerede Aramak Gerek?
Bugün, içinde adaleti mumla aradığımız adalet sarayları var. Yargı, uzun süredir tarafsızlığın uzağında… Sarayın gölgesinde çalışan birer bürokratik aparata dönüştü hakimlerin, savcıların bir kısmı. Bu sadece bugünün meselesi değil evet, dünden bugüne kara dumanıyla yaklaşan bir kara tren…
Ama bugünkü hâl, çürümenin kurumsallaşmış biçimi.
İmamoğlu kararına bakan herkes aynı şeyi söylüyor: “Bu bir siyasi karar.” Peki, yargıya havale edelim desek? Kim inanır? Hangi mahkemeye? Hangi savcıya güvenebiliriz? Yargıya güven diplerde, yerin de altında artık. Teker teker sınıfta kaldığımız Ergenekon’u, Balyoz’u, kumpasları hatırlıyoruz. Beğenilmeyenin, “yoluna çıkanın” kolundan tutulup içeri yollandığı bir dönemi yaşıyoruz. Hesap vermeyen fakat hep hesap soran yöneticiler, kayyumlar, ihaleler, lüks içinde gözü dönen siyasiler…
Bugün adalet adına konuşanlara kimse inanmıyor. İddialar, suçlamalar gerçek olsa bile inanmıyor. Çünkü mahkeme duvarlarının arkasında hakikat değil, hesap döndüğünü hissediyorlar.
Hukuk zemini kaydı, vicdanlar bin parça.
Cumhuriyet’in namuslu savcıları, tarafsız hâkimleri dün de vardı, bugün de var. Ama sistemin gürültüsü onların sesini bastırıyor. Eskiden bu insanlar Cumhuriyet’in hâkimi, savcısıydı; şimdi ise adeta birer memur gibi konumlandırılıyorlar. Hâkimlik bir vicdan mesleğiyken, bugün talimatla hareket eden birer bürokrata dönüşüyorlar. Bu düzende ne adalet kaldı, ne hukuk.
Bugün bir de AKP’li belediyelere kayyum atansa mesela? Kayyum da yetmez oralara. Yolsuzluklar, ihale oyunları, adam kayırmalar, kirli ilişkiler ve akçeli işler, halkın cebinden yürütülen servetler, bir yüzükle yola çıkıp, dünyanın en zengin cumhurbaşkanları listesine girenler, kul hakkı yiyenler, ekonomistim deyip ülke ekonomisini yerle yeksan edenler, anaysal hak gasp edenler, sokakları, caddeleri kapatanlar, canı ne istiyorsa onu yapanlar, her Allah’ın günü burası demokratik bir hukuk devletidir, deyip hukuğu aparat olarak kullananlar.
İşte bu yüzden… Adaletin mahkeme salonlarında aranması hala doğru yol evet ama bulunması artık her zamankinden daha güç.
Adalet, bu ülkede en çok halkın kalbinde yaralı.
İŞİN ÖZÜ
Kimse işin tam olarak farkında değil. Şu an Ekrem İmamoğlu için iddianamenin ne kadar sürede hazırlanacağı, yargılamanın ne zaman başlayacağı, ne kadar süre içeride kalacağı… Bunların hepsi belirsiz. Belirsizlik, en az cezanın kendisi kadar ağır. Unutmayalım… Selahattin Demirtaş dokuz yıldır içeride. Dile kolay, dokuz yıl. Bir ömürden çalınan onca gün, onca gece, zamanın akmadığı bir yerde…
İmamoğlu ise bu ülkenin en büyük kentini, İstanbul’u, üç kez üst üste kazanmış bir isim. Dünyanın sayılı şehirlerinden, en büyük metropollerinden birinin seçilmiş yöneticisiydi. Oradan, bir anda demir kapılar ardına… Nereden nereye. İnsanın içi ürperiyor.
Ve aslında bu süreçte en ağır cezayı, içerideki değil, dışarıda kalanlar çekiyor. Bu ülkede ceza, sadece hüküm giyene verilmez.
En çok da eşe, anneye, babaya, evlatlara vurur.
Ama tüm bunlara rağmen, sokakların günlerce dolup taşması yalnızca İmamoğlu için değildi. Ne de yalnızca CHP için. O meydanlara dökülenler, Türkiye’nin muhalefet bileşenleridir. En sağdan en sola, milliyetçiden marjinale… Sokağa çıkanlar, sadece bir figüre değil; iktidardan bıkmışlığa, baskıya, adaletsizliğe isyan etmiştir.
Asıl mesele, yıllardır bastırılan o itiraz duygusuydu. Bir kıvılcım gerekiyordu… Şimdi o ateşin çevresinde toplananları, sadece bir partinin etrafında kenetlenen sadakat olarak okumak eksik olur.
Bu ülkede bildiğiniz, tanıdığınız nice siyasetçi, o demir parmaklıkların ardına girip çıktı. Ve sonra o demir soğukluğundan lider olarak doğdu. Bugün de insan ister istemez soruyor: İmamoğlu Silivri’ye mi girdi gerçekten, yoksa Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na çıkan son viraja mı?
Bu öfke, bu kalabalık, bu sahiplenme duygusu… hepsi bir yana, CHP bir karar vermeli artık. Kendi içindeki belediye başkanlarını, meclis üyelerini, bürokratlarını sorgulamalı(ydı). Akçeli işlere bulaşanları, şaibeli isimleri yargıya kendi eliyle teslim etmeli(ydi). Sahiplenmek değil, ayıklamak gerek(liydi). Çünkü bu tür akçeli ilişkiler, bir partinin kimyasını bozar ve sadece sicilini değil, geleceğini de gölgede bırakır, yarınını zehirler.
Ayrıca siyasetin finansmanı, artık Amerika’daki ya da Avrupa’daki örneklerde olduğu gibi şeffaf ve denetlenebilir hale gelmeli. Sayıştay başta olmak üzere, devletin yetkili organları bu alanda sadece izleyici değil, yerinde ve proaktif denetçi olmalı.
CHP gibi bir partinin, bu tür şaibeli tartışmaların gölgesine düşmesi, sadece üzücü değil, kabul edilemez. Bu, köklü bir geleneğe ihanettir. O geleneği yeniden ayağa kaldırmak ise herşeyden önce kendi içini temizlemekle mümkün olabilir.
Eğer ortada gerçekten siyasi bir karar varsa, o zaman da kurumsal olarak arkasında durulmalı. Ama peşin hükümle, otomatik refleksle değil. Her dava için aynı ezberi tekrarlayarak değil. Bir siyasetçinin halkta karşılığı olması, onu masum yapmaz. Hırsızlığı, rüşveti, akçeli işleri sandık temizleyemez.
Sosyal medyada idam sehpaları kurarak, TV ekranlarında cellatlık oynayarak da olmaz… Ülkedeki adaletin çürümesini hızlandıran her şeye karşı durmalıyız.
Keşke adaletin gözü gerçekten kör olsaydı da, geri kalan herkesin gözü böylece açılabilseydi…
Bülent Ecevit’i hatırlayalım. İsmet İnönü’ye karşı, CHP kurultayında mavi gömleğiyle, sıvadığı kollarıyla “kara oğlan” oldu. Halk ona güvendi. Hakkında en küçük bir yolsuzluk, şaibe, söylenti dahi yoktu. Peki ya çıksaydı? Ecevit, yine o efsane olur muydu? Sanmıyorum.
İşte bu yüzden…
Gerçek liderlik, yalnızca sandıkta değil, ahlakta da sınanır.
Bedel Kimin Omzunda?
İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının ardından piyasalar sarsıldı. 50 milyar dolara yakın döviz rezervi bozdurulduğu söyleniyor. Merkez Bankası elindeki son barutları yakıyor. Gecelik faizler yükselmiş. Ekonomik göstergeler bozulmaya başlamış. Diyorlar ki İmamoğlu bedel ödetiyor… Bu tabloyu sadece İmamoğlu’na fatura etmek, fazla kolaycılık olur. Bedeli ödeten o değil. Bedel ödeten, hukuk sistemini siyasi amaçlara kurban eden düzendir.
Yargının kararları, artık vicdani değil, iklimsel. Siyasal rüzgâra göre yön değiştiriyor mahkemeler. Savcıların kalemi, hakimlerin vicdanı artık birer barometre. Havanın nasıl eseceğini saray belirliyor. Bugün böyle, yarın başka türlü.
Sokaklar bu yüzden dolup taşıyor. Psikolojik yük ağır. Toplumsal gerilim yüksek. Günlük hayat, siyasetin yedeği olmuş durumda. İnsanlar sabah işe gidemiyor, akşam eve dönemiyor. Kapanan yollar, kilitlenen şehirler, aksayan düzen... Zaten kırık dökük bir hayatı sürdürmeye çalışan halkın üzerine bir yük daha. Filler tepişiyor, karıncalar eziliyor yine. Yönetenlerin kibrini, yöneltilenlerin omzu taşıyor.
İmamoğlu ekonomiye bedel ödetti, deniyor. Oysa gerçek fail başkası. Uluslararası sermaye pusuda bekliyor. Londra’daki banker, Körfez’deki fon, New York’taki yatırımcı... Kurt, bulanık havayı sever. Senin iç hukuk sistemin karanlıksa, oraya girip en çok da dışardaki kurtlar saldırır. Eğer yargın dürüstse, tarafsızsa, kimse ülkenin kaderiyle oynamaya cesaret edemez.
Bugün herkes birbirine oran biçiyor: yüzde 40 haklı, yüzde 60 haksız diyenler… tersi görüşte olanlar… Ama ekonomi oranla değil, güvenle çalışır. Piyasalar netlik ister. Senin sistemin akredite bir sistemse, dünyaya açıksan, dış etkilere karşı kırılgan olacağını da bileceksin. O zaman hukukunu, kurumlarını sağlam tutacaksın. Çünkü finans hukuksuzluğa yatırım yapmaz.
Siyasetin dili de perişan. Bahçeli’nin partisi CHP ile bayramlaşmayacakmış. DEM Parti ile bayramlaşacak ama ülkenin ana muhalefet partisiyle tokalaşmayacaksın… Bu ülkenin kurucu partisinden elini çekeceksin. Bu nasıl bir siyasi kültürdür? Kargalar bile böyle bir ortamda güvende hissetmez kendini. Yatırımcı mı hissedecek?
Bu kavgalar, bu gerilimler artık ülkeyi kemiriyor. İktidar da, muhalefet de bunu görüyor ama kimse elini taşın altına koymuyor. Çünkü herkes kendi matruşkasını koruyor. Açtıkça içinden hep aynı yüz çıkıyor. Aynı kibir, aynı hesap, aynı boş vaatler.
Halbuki bu ülke siyasetçilerin savaş alanı değil, bu ülke, 85 milyonun evi, memleketi. Unutulmamalı ki bu topraklar, siyasetçilerden çok daha büyüktür. Sandıklar gelir geçer, iktidarlar yıkılır kurulur… Ama memleket kalır ve o memleketin hakkını, hiç kimse kendi hırsına rehin edemez.
***
Sokağın sesi birkaç gün yükseldikten sonra Salı akşamı kapanışın yapılacağı ilan edildi. Zirvede perdeler indirildi. Bu noktada hemen kulislerde konuşulan pazarlık iddiaları öne çıktı. “Ver başkanı, al koltuğu” pazarlığı mı yapılmıştı? Fısıltılar var. Gerçek mi, bilinmez… Ancak herkes, bu defterin öyle kolay kapanmayacağını biliyor.
İmamoğlu, CHP içinde alanı fazlasıyla daraltmıştı. Eleştirilemeyen, tartışılamayan bir figüre dönüşmüştü. Medya üzerindeki etkisi, belediye içindeki akçeli ilişkiler, çevresindeki huzursuzluk… Hepsi birikti. En büyük tahribatı ise örgüt yapısında yaşandı. CHP’nin kadrolarını, örgütünü adeta bir personel haline getirdi. İtaat bekleyen, ast-üst ilişkisiyle hareket eden bir yapı oluştu. Buna karşı çıkanlar oldu, itiraz edenler de… Ama o itirazların sesi, zamanla kısılmaya başlandı… Dolayısıyla bu dava süreci, yalnızca siyasal bir mücadele değil; partinin iç dengeleri açısından da bir kırılma anı olabilir.
Belki de bu suskunluk, bu erken kapanış hali, sadece dışarıya değil, içeridekilere de bir sinyaldir. Belki de Saraçhane’nin, İmamoğlu’nun, Özgür Özel’in sustuğu yerde, CHP’de yeni bir ses yükselecektir…
CHP’de Kartlar Yeniden Dağıtılıyor
Özgür Özel 6 Nisan için olağanüstü kurultay kararını açıkladı ve aynı anda genel başkanlığa aday olduğunu da belirtti. Bu karar, aslında bir savunma refleksiydi. Çünkü Kasım’daki kurultayın hukuken iptal edilme ihtimali masada. Eğer iptal edilirse CHP’ye kayyum atanacak. Kayyum atandığında ise 45 gün içinde yeniden seçime gitme zorunluluğu doğacak. Bu noktada, Kemal Kılıçdaroğlu’nun doğrudan yeniden genel başkanlığa dönmesi ya da kendi belirlediği bir ismi parti yönetimine taşıması güçlü bir ihtimal olarak öne çıkıyor. Olası kayyumdan önce seçime gitmek için Özel, süreci kendi eliyle hızlandırdı. Yani aslında bu kurultay kararı bir irade beyanı değil, bir ön alma stratejisiydi.
Bu sırada İstanbul belediye meclis üyeleri İmamoğlu yerine Nuri Aslan’ı belediye başkanvekili olarak belirledi.
Peki bu karmaşada kim kime güveniyor? Kimin elinde ne var? Masa kuruldu, kartlar saçıldı. Siyaset mühendisleri çalışıyor. Ve poker masasındaki en değerli fiş, yine Ekrem İmamoğlu.
Ama bir şey oldu…
İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı olma planı, Saraçhane’den Silivri’ye sapınca tuhaf bir hal aldı. Öyle ya da böyle varılan sonuca bakarsak; bugün Özgür Özel, İmamoğlu’nun gölgesinden çıkmış durumda. Hafife alındı, ama şimdi geminin kaptanı o. Parti içindeki otorite kayması tamamlandı. Gözler Özgür Özel’in üzerinde. Ama gemi nereye gidiyor, orası meçhul. İmamoğlu’nu liderleştirenler, “Cumhurbaşkanı adaylığı zırhını giydirirsek Erdoğan dokunamaz,” dediler, ama dokundu. Hem de ateşi doğrudan kalbe yedi. Ne yazık ki bu puslu manzarayı hazırlayan, CHP’nin kendisiydi…
İmamoğlu aylar önce Trabzon’da beni içeri alacaklar, demişti. Kimse kriz senaryosu yazmadı mı? İstifa edip yerine vekil atansaydı, bu kadar büyümeden yönetilemez miydi? Hayır. Onu dokunulmaz bir figür gibi parlatmak istediler. Ama dokunuldu işte. Hem de sertçe.
Özgür Özel, yumuşama/normalleşme politikalarıyla girdiği yolda iktidarı CHP’nin gırtlağına bindirdi. CHP, cumhurbaşkanı adayını koruyamadı ve iktidarın avına dönüştürdü, normalleşme politikalarına kurban verdi. Toz duman dağıldıktan, aklı selim çağrıldıktan sonra insanlar durup düşünmeyecek mi, tüm bunların hesabı sorulmayacak mı CHP’nin yönetici kadrolarından? Nerede normalleşmeler, yumuşamalar, nerede güvenli limanlar? İmamoğlu bu noktaya kim ve kimler vasıtasıyla taşındı?
Şimdi İmamoğlu o mağduriyet dalgasının itici gücüyle cumhurbaşkanı olacağına inanıyor. Ama tarih diyalektiktir bir yandan da. İnsanlar bir kez yıkandıkları suda ikinci kez yıkanmak istemeyebilir.
Senaryo Üstüne Senaryo
Bugün Mansur Yavaş’ın adaylığı zayıf ihtimal… Hiçbir zaman tam anlamıyla CHP’li olmadı zaten. Ankara’da kendi dar milliyetçi kadrolarıyla çevriliydi, sessiz kaldı, gölgedeydi. Bugünkü en olası senaryoya göre CHP’nin olası cumhurbaşkanı adayı Özgür Özel’dir. Özel hafife alındı, İmamoğlu’nun yanındaki figür olarak görüldü ama belli ki ondan fazlasıydı…
Yasalara göre parlamentonun yüzde 5’i, yani 30 milletvekili eksildiğinde, ara seçim kaçınılmaz hale geliyor. Şu an 17 milletvekili çeşitli sebeplerle eksik. CHP’nin 13 vekili daha istifa ettirmesiyle bu eşik aşılabilir. Böylece anayasal zorunlulukla erken seçim kapısı açılır.
Peki neden? İmamoğlu için dokunulmazlık planı. Milletvekili yapılırsa, yargı süreci askıya alınacak. Ve bu senaryoya göre, seçilebileceği güvenli bir ilden, örneğin Tunceli’den aday gösterilecek.
Başka bir formül daha var. Bir ilin, diyelim yine Tunceli’nin, tek milletvekili istifa ettirilirse, o ilde 3 ay içinde yeniden seçim yapılması gerekiyor. Bu durumda 17 milletvekili arayışına da gerek kalmıyor.
Bir diğer güçlü olasılık da tabii İmamoğlu’nun kurultayda genel başkan adayı olarak gösterilmesi…
Yani senaryolar çok, masa kalabalık. Her seçenek, bir başka siyasi mühendislik örneği. Ama unutulmaması gereken bir şey var:
Planlar yapılır, hesaplar kurulur, ama sokak da, sandık da hesap bilmez…
Bu arada Özgür Özel, bayram arefesinde, Cumartesi günü Maltepe’de büyük bir İmamoğlu mitingi yapılacağını duyurdu. Ancak burada asıl sorulması gereken soru şu: Peki ya sonra ne olacak? Tamam, miting yapılır. Kalabalıklar toplanır. Daha önce de buna benzer mitingler defalarca yapıldı. Pankartlar açıldı, sloganlar atıldı. Ama sonuç? Geldiğimiz nokta ortada. Ne siyasal tablo değişti, ne parti içi yapı güçlendi.
CHP artık sadece tepki vermemeli, yeni bir yol inşa etmeli. Sokağa çıkmak kolay; zor olan, oradan sonra ne yapılacağını bilmektir. Parti bu kadar bölünmüş olmamalı örneğin. Halkla kurulan bağlar güçlenmeli. Örgütle taban arasında sağlam köprüler kurulmalı. Ve en önemlisi, parti içindeki parçalı yapılar bir arada tutulmalı. Çünkü iktidara yürüyen bir hareket, önce kendi içinde bütün olmalı. Yoksa meydanlar ne kadar dolarsa dolsun, sonuç hep aynı yere çıkar: Hayal kırıklığı.
Kılıçdaroğlu’nun İmamoğlu’nu cezaevinde ziyaret etmesini ise siyasi değil, insani ve demokratik bir refleks olarak görmek gerekir. Sonuçta İmamoğlu’nun İmamoğlu olmasının mimarı olan ve fakat aynı ekip tarafından kenara itilmiş, yok sayılmış, zaman zaman saygısızlığa uğramış bir figürdür Kılıçdaroğlu. Buna rağmen, o demir kapının ardına bir ziyaret bırakması, onun hoşgörüsünün, insanlığının göstergesi olarak değerlendirilebilir.
AKP DE ZORDA
Bugün sadece muhalefet değil, iktidar da sıkışmış durumda. AKP’nin işi de kolay değil. Çünkü halk, mahkemelerin adil kararlar verdiğine inanmıyor artık. İktidar, yargının tarafsızlığına toplumu ikna edemiyor. Bir ülkede adaletin itibarı çökerse, hiçbir iktidar sağlam duramaz.
İmamoğlu’nun cezaevine gönderilme süreci, muhalefeti yıllardır olmadığı kadar birleştirdi. Farklı uçlar aynı pankartı taşır oldu. İktidarın en çok korktuğu şeydir: Sessiz bir öfkenin organize olması.
İmamoğlu meselesi, muhalefete şimdilik yeni bir enerji verdi. Ancak üç yıl, bu koşullarda ayakta kalmak için çok uzun bir zaman. Örgütü diri tutmak zor, kitleyi heyecanlı tutmak daha da zor. O nedenle CHP şimdi erken seçimi zorlayacaktır…
Yine de unutmamak gerekir: Bu ülkede matematiğin doğruları, siyasetin doğrularıyla örtüşmez ve bazen halkın sezgisi, partilerin stratejisinden daha büyüktür.
Şimdi herkes yeniden pozisyon alıyor. Planlar yapılıyor, masalar kuruluyor, senaryolar yazılıyor. Ama bu kez masanın altında sadece kartlar değil; sabır, öfke, umut, hayal kırıklığı da var.
Çünkü bu masa sadece siyaset masası değil. Bu masa, bastırılmış duyguların, susturulmuş seslerin masası.
Ve en çok susturulmak istenen sesler bazen tarihin en kararlı yankısına dönüşür…
Sadık ÇELİK
sadikcelik.gorus@gmail.com