Muhalif. Özel - Erdem Beliğ Zaman
Kıymetli meslek büyüğüm, gazetemiz yazarlarından sayın Nursun Erel, ilk tanıştığımız ândan itibaren devamlı öz Türkçe hakkındaki fikirlerimi sorarak beni bu yazıyı yazmam için yüreklendiren kişi olmuştur. Kendilerine yüreğimle teşekkür ederim. Bu mevzu hakkında yazmak için elime kalemi aldığımdaysa Türkçe hakkındaki meselelerin o kadar derine nüfuz ettiğini gördüm ki, meseleyi sadece öz Türkçe çerçevesinden ele alıp geçmenin Türkçeye haksızlık olacağını düşündüğümden Türkçe hakkındaki kanaatlerimi “Vah Türkçem, eyvah Türkçem!..” serlevhalı bir yazı dizisi halinde haftalık yazmayı daha doğru buldum. Peşinen söylemek gerekir ki bu serideki fikirler tamamen şahsî kanaatlerimden oluşacaktır. Katılmak ya da katılmamak siz değerli okuyucuların takdirine kalmıştır. Türkçemiz hakkında beliren soru işaretlerinizi noktaya çevirebildiysem kendimi bahtiyar sayarım. Cüretimi mazur göreceğinizi umarak müsaadenizle aranızdan çekiliyor ve sizi bu ilk haftanın ilk yazısıyla karşı karşıya bırakıyorum. Konu ne mi? - Tabii ki “öz Türkçe”…
Ⅰ.) Türkçenin Özü, Türkçenin Közü…
İnternette tesadüfen denk geldiğim bir Reşat Nuri Güntekin röportajını dinlediğimde adeta bir bülbül şakıyor zannetmiştim! Aynı intiba bende, insanı klasik kemençe mi insan sesi mi diye bir ân düşünmeye sevk eden Hafız Sami’nin “Derdime vâkıf değil cânân beni handan bilir” gazelindeki icrasını dinlerken de uyanmıştı. Öyle ki röportajda Reşat Nuri Bey, kibar sesiyle ördüğü konuşmasını bugün birçoğunu Arapça ve Farsça addedip kenara attığımız kelimelerle süsleyerek taçlandırmıştı. Keramet bu yabancı kelimelerde mi deyip bir ara Farsça öğrenmeye dahi teşebbüs etmiştim. Fakat ne Fars alfabesi notaydı, ne de Farsça bülbülce… Bilakis memleketimizde artık sıkça duyduğumuz Arap turistlerin konuşmaları da öyle hayran bırakan tarzda sesler değildi. Yine bakınız devrin ses kayıtlarına, dinleyiniz mesela Atatürk’ümüzü yahut Mesud Cemil’i, Eşref Şefik’i; aynı tılsımdan yayılan efsunun ruhunuzu aydınlattığını göreceksiniz! Arapça ve Farsça değilse bu konuşmaları böyle büyülü kılan ne?
Bir Türkçe âşığı olarak Türkçemi tanımak adına elime aldığım iki kitap daha sonraki senelerde rehberim olmuştur. Biri Nihad Sami Banarlı’nın “Türkçenin Sırları”dır, diğeri Şiar Yalçın’ın “Doğru Türkçe”si… Aslına bakarsanız bu iki kitap birbirinin dengeleyicisidir. İlkinin muhafazakârlığını ikincisi seyreltir, ikincisinin Batılı dillere temayülünü ilki kırar. İkisinin arasında bir yerdedir Türkçe… Mesela yukarıdaki sorunun cevabını Nihad Sami Banarlı verir. Banarlı’ya göre millet, yabancı kelimeleri doğal bir akış içerisinde “kendileştirir”: Farsça “neverd-i bâm” kelimesini “merdiven” yapan halktır. O halk ki Arapça “sahlap” kelimesini “sâleb”; gene Arapça “na’na” kelimesini Türkçe “nâne” yapmıştır. Rumca “Salanikos”u, “Selânik”; eski Türkçe “alma”yı, “elma” yaptığı gibi… Evet, eski Türkçedeki birçok kelime milletin dimağında değişmiş, yenilenmiş ve bugünkü şeklini almıştır. Bunca halk eseri kelimemiz varken ve halk hâlâ üretmeye devam ederken; Türkçe eskidedir deyip, halkın inşası onca kelimeyi yok sayarak küflenmiş Türkçeden tâze “sözcük”ler yaratmak nâfile değildir de nedir?
Şimdi Türk soyunun atalarının dili olan Göktürkçeyi okusak kim anlar? İnanınız İngilizceden bile uzakta kalmış bir dil artık bize… Lâkin halk Göktürkçeyi olduğu haliyle değil, büyüterek yaşatmıştır. “Kök”e, “gök” diyerek; “Tengri”ye, “Tanrı” diyerek… Devrin öz Türkçecileri o kadar ileriye gitmişlerdir ki Türkçe köklerden Arapça kaidelerle kelimeler dahi üretmişlerdir. Sayın Hilmi Yavuz’dan duyduğum bir anekdottur, Nurullah Ataç rakı kökünden, rakı içmek mânâsına gelen “terakki etmek” diye bir “sözcağız” türetmiştir!
Diğer taraftan aynı tarihlerde halk lisana güzel kelimeler kazandırmaya devam ediyordu. Rize’nin atma türkü ustası Osman Efendioğlu, 1940’lı senelerde yapmış olduğu bir atışmayı nakleder. Tam da öz Türkçecilerin yeni kelimeler üretmekle meşgul olduğu yıllarda geçer bu atışma. Osman Efendioğlu, kendinden yaşça çok büyük çobanlık yapan bir halk şairiyle atışır. Atıştığı şair atışmanın ortalarında şöyle söyler (Rize diyalektini olduğu gibi korudum. Parantez içerisinde İstanbul Türkçesi karşılıklarını verdim.):
“Yayladan celiyiken gece idi vakittan” (Yayladan dönerken vakit geceydi.)
Osman Efendioğlu da cevap verir:
“Elunde ışık diye ne var idi yakittan?” (Elinde ışık diye ne vardı?)
Osman Efendioğlu yukarıda yakıt diyerek o devrin meşhur olan gaz lambalarını kastediyorken tecrübeli ozan, şâirâne bir cevapla şaşırtır:
“Ay işiği var idi gelmişim mehtapluktan!” (Ay ışığının yolumu aydınlattığı mehtaplıktan geldim.)
Düşünebiliyor musunuz? Hayatında tahsil ve kitap görmemiş bir kişinin hayal gücünü ve Türkçesini? Ay ışığının aydınlattığı yerleri mehtaplık olarak niteleyişini? Bir yanda tahsilli sığlık, diğer yanda tahsilsiz hayal engini… Hangi sularda geminizi yüzdürmek istersiniz?
Münevverlerin uydurduğu Türkçe kendilerinedir, halkı fazla ırgalamaz. Halkın vücuda getirdiği Türkçeyse hepimizindir. Bunu en net şekilde felsefî kitap tercümelerinde görmekteyim. Bu kitapların tercümelerini anlamakta güçlük çekmekte yalnız olmadığımı biliyorum. “İletinimsel, ilişkinil, erilsel” gibi uydurma “sözcük”ler okuyucunun metnin içine girmesine mâni oluyor. Elbette ki her uydurulan kelime kötüdür diye bir çıkış da doğru olamaz. “Silgi, bilgisayar, ataç, demeç, söyleşi…” ve daha sayamayacağım envai çeşit yeni türetilmiş kelime vardır ki artık bizimdir.
Öz Türkçe hakkındaki en güzel dönüşü yine Türkçenin Sırları eserinde Nihad Sami Banarlı verir. Öz Türkçe cereyanı sebebiyle Eylül 1934’te Anadolu Ajansı vasıtasıyla Ata’mızın verdiği tebrik mesajı şu şekildedir:
“Dil bayramından ötürü, Türk Dili Araştırma Kurumu Genel özeğinden, ulusal kurumlarından birçok kutunbitikler aldım. Gösterilen güzel duygulardan kıvanç duydum. Ben de kamuyu kutlularım.”
Bu çıkmazdan kısa sürede dönen “Millî Dehâ”mız üç sene sonraki tebrikinde bir bakıma miras bıraktığı Türkçenin de altını çizmiştir:
“Dil Bayramı münasebetiyle, Türk Dil Kurumu’nun hakkımdaki duygularını bildiren telgraflarınızdan çok mütehassis oldum. Teşekkür eder, değerli çalışmanızda muvaffakiyetinizin temâdisini dilerim.”
İşte tam da Türkçenin en güzel eserlerinden biri olan Nutuk’un yazarına yakışır bir Türkçe…
Atatürk’ümüzün en yakınındakilerden ve nâçiz kanaatimce Yusuf Ziya Ortaç ile birlikte Türkçemizin en iyi iki nesir yazarından biri olan Falih Rıfkı Atay, bir gün Atatürk’ün kendisine, “Çocuk, çıkmaza girmişizdir. Dili bu çıkmazda bırakamayız. Tabii yola gireceğiz…” dediğini nakleder.
Muhakkak ki bugünün dünyasında metre yerine endaze, ekim yerine teşrin diyecek halimiz yok. İnkılâp karşıtları gibi ölü bir dille devlet yaşatmaya çalışmak da abesle iştigaldir. Sadeleşme şarttı ve bu şart hatasıyla, sevabıyla yerine getirildi. Ancak, bu sadeleştirmeyi hastalık derecesine taşımak dile zarar vermekte, halk ile münevverlerin mesafesini arttırmaktadır. Türkçe milletin malıdır, başkasının değil!
Türkçenin özü diye bellediğimiz dil aslında Türkçenin közüdür. Türkçenin sıcaklığını, ateşini hissetmek isteyenlerin asırlardır halkımızın sinesinde sakladığı Türkçeye bakmaları gerekecektir.