İstanbul
Orta şiddetli yağmur
7°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
35,4692 %0.01
36,6496 %0.22
3.538.711 %2.562
3.075,89 0,05
Ara

Keşanlı Ali Destanı

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Keşanlı Ali Destanı

Avrupa’dan dönen büyükbabasının getirdiği hediyeleri açarken, doğrusu pek heyecanlı değildi. Daha beş yaşında bir çocukken babası ölünce, onu enikonu şımartarak büyüten büyükbabasının Avrupa’dan her gelişinde aynı hediyeleri getirmesine alışmıştı artık.

Paketlerin en büyüğünü açmaya koyuldu. Kurdeleyi çözdü. Yaldızlı kağıdı açtı. Hediyesi oracıkta duruyordu işte. ‘Hurufatı’ yani harfleri lastikten yapılmış, dizgi kalıplı minyatür bir matbaa. Oyuncak matbaa makinesinin kolu, pedalları, bobini, mürekkep haznesi, kağıt giyotini falan herşeyi, gerçeğinin tıpatıp aynısıydı. Büyükbabasına belli etmemeye çalışarak içini çekti. Daha üç ay kadar önce büyükbabası Almanya’dan bir başka dönüşünde hediye olarak yine bir oyuncak matbaa getirmişti. Üzerinde sarı renkli harflerle Leipzig yazan oyuncak matbaasını zoraki olarak kucaklayıp, dedesine teşekkür etti.

Aslında matbaaları seviyordu. Okul tatillerinde dedesinin Cağaloğlu’na giden kestirme yokuşun sol başındaki üç katlı büyük matbaasından çıkmıyordu. Dedesinin sahibi olduğu Hamit Matbaası’na her gidişinde, keski makinesinden mücellithaneye, tashih bürosundan dizgi odasına kadar her yanı geziyor, taze kağıt ve keskin mürekkep kokusundan, makinelerin devamlı homurtusundan hoşlanıyordu.

Matbaada ünlü yazarların kitapları basıldığı için bu yazarlar sık sık dedesini ziyarete geliyor, böylelikle o da kitaplarından tanıdığı bu kişilerle yüzyüze görüşme fırsatını buluyordu. Ruşen Eşref Ünaydın, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Cevdet Kudret gibi tanınmış edebiyatçılarla hep bu matbaada tanışmış hatta Ruşen Eşref’in ‘Damla Damla’ kitabınının büyük bölümünü kendi elleriyle dizmişti.

Hikayeci ve oyun yazarı, gazeteci, üniversite öğretim üyesi Haldun Taner, 16 Mart 1915’te İstanbul Bebek’te doğdu. Son Osmanlı meclisinin İstanbul milletvekili Ahmed Selahattin Bey’ in oğluydu. Hukuk Fakültesi’nin en genç profesörü olan babası, henüz kırk iki yaşındayken öldü.  Annesiyle ortalıkta kalakalan Haldun Taner önce Galatasaray Lisesi’nde yatılı okudu. Ardından devlet bursuyla Almanya’ya Heidelberg Üniversitesi’ne gitti. Siyasal bilimler okudu. Üçüncü sınıftayken ağır bir zatürreeye yakalandı. Uzun süre tedavi gördü. İyileşti ama eğitimini de sürdüremedi. İstanbul’a döndü. Hastalığı tekrarlar korkusuyla dışarı çıkması yasaklandığı için Erenköy’deki evde günlerini sürekli okuyarak geçirdi. Sonra da yazmaya başladı.

İlk öyküsü Töhmet, 1946’da yayımlandı. Kısa bir süre sonra hayatta en büyük tutkusunun yazmak olduğunu anladı. Her sabah saat tam altıda balkona çıkıyor ve daktilosunun başına oturuyordu. Kendine her gün yirmi sayfa yazmak mecburiyeti getirmişti. Her sabah saat altıda yazmaya başlıyor ve ancak yirmi sayfayı bitirdikten sonra yazmayı bırakıyordu. İşin tuhaf yanı, bu yirmi sayfa her zaman bir edebiyat yazısı olmuyordu. Bazen aklına hiçbir şey gelmiyordu. O zaman sadece gördüklerini, martıları, serçeleri, denizdeki gemileri, minibüsleri yazıyordu.

Yazmayı ne kadar sevdiğini ve ömrü boyunca her gün isterse saçma sapan olsun yirmi sayfa yazması nedeniyle tam 23 daktilo eskittiğini söylediğinde, onu tanıyanlar pek şaşırmadılar.

Yazmaktan sonra en çok sevdiği şey ise edebiyatın tümüyle dışında kalıyordu. Haldun Taner, belki de uzun yıllarını yatarak geçirmenin verdiği hırsla, iyileşir iyileşmez kendini futbola vermişti. Üstelik sadece kıvrak çalımları, sert şutları olan bir futbol oyuncusu değil, bu oyunda yeni taktikler, yeni vuruş teknikleri geliştiren bir yorumcu olmuştu. Yalıda Sabah kitabındaki öykülerinden birinde Nizamettin Bolayır adlı öykü kişisine üç çeşit penaltı attırmış, bunlardan birinin daha sonraki dönemlerde ünlü futbol yıldızlarının çok kullandıkları ‘falsolu vuruş’ olduğunu yazmış ve bu vuruşun nasıl yapılacağını inanılmaz bir ustalıkla anlattıktan sonra, temeli aldatmacaya dayanan bu vuruşun ‘kalleşçe’ olup olmadığını sormuştu.

Haldun Taner’in sadece bir öykü malzemesi olarak kullandığı ve kurmaca bir öykü kahramanının ağzından sorduğu bu soru, gerçek futbol dünyasını bir anda karıştırdı. Dönemin ünlü futbolcuları ile Türkiye’de teknik adam olarak çalışan  yabancı futbol adamları, Haldun Taner’in ortaya attığı bu konuyu tartıştılar. Macar ve Romen kökenli teknik direktörler, radyoda düzenlenen ‘falsolu vuruş mubah mı’ adlı programlara katılarak, tercümanları aracılığıyla görüşlerini açıkladılar.

Derken ünlü Keşanlı Ali Destanı geldi. Ankara’nın en büyük gecekondu semti Altındağ’da 1950’lerde gerçekten yaşanmış bir olayı anlatan bu oyun, Türk epik tiyatrosunun da ilk ve en tanınmış örneği oldu. Bebek’te doğmuş, Almanya’da öğrenim gördükten sonra döndüğü İstanbul’da Moda’da oturan Haldun Taner’in, bir gecekondu mahallesini ve orada yaşayanları nasıl olup da bu kadar gerçekçi ve ayrıntılı olarak anlatabildiğini kimse anlayamadı.

Haldun Taner bu oyunda Kürt Cemali adlı gerçek bir kabadayıdan yarattığı Keşanlı Ali’yi değil, onun sevgilisi Zilha, ‘umumi tuvalet’ bekçisi Şerif Abla, Sipsi Selim, Beşvakit Niyazi, İzmarit Nuri gibi tipleri de son derece ayrıntılı ve gerçek kişiler olarak canlandırmıştı.

Oyun Gülriz Sururi-Engin Cezzar tarafından sahneye konulup iyice ünlendikten sonra yayılan bir söylentiye göre, Haldun Taner Keşanlı’yı yazmadan önce bir taşralı gibi giyinerek ve sahte bir adla Altındağ’da bir gecekondu kiralamış ve aylarca Altındağ sakinleriyle bir araya gelerek Keşanlı Ali Destanı’nı bu kadar gerçekçi bir şekilde yazmıştı. Haldun Taner bu konuda hiç konuşmadı. Söylentileri ne doğruladı ne de yalanladı. Sadece her zaman yaptığı gibi kıs kıs gülmekle yetindi.

Yazmayı sürdürdü. Epik tiyatroya yöneldi. Kabare tiyatrosunu da bu dönemde gerçekleştirdi. Ahmet Gülhan, Zeki Alasya ve Metin Akpınar’la birlikte Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nu kurdu. Yaşasın Demokrasi, Tuş, Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu, On ikiye Bir Var, Konçinalar, Sancho’nun Sabah Yürüyüşü, Kızıl Saçlı Amazon ve Yalıda Sabah gibi unutulmaz öyküler  ile Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, Vatan Kurtaran Şaban, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı, Astronot Niyazi gibi başarılı oyunlar yazdı. ‘Ölüm bir gün elimi tutuncaya kadar yazacağım’ diyordu.

Bu ‘el tutuşması’, 7 Mayıs 1986’da oldu.Yaşlı insanların dünyasını, İstanbul'un karışık yapısında kaybolup gitmiş küçük insanları anlatan, iskambil kağıtlarındaki hiyerarşide bile tıpkı insanlarda olduğu gibi başkalarının aşağısında sayılan ‘konçinalar’ olduğunu hatırlatan büyük hikayeci Haldun Taner, 7 Mayıs 1986’da ‘perde’ dedi…

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *