Her şey şiir ile başlar
THE RETURN / DÖNÜŞ
English Man/Hasta Adam filmi (1996) ardından, İtalyan Yönetmen, Uberto Pasolini, tarafından ilk kez seyrici ile buluşan Ralph Fiennes ile Julia Binoche çiftinin, Antik Yunan Edebiyatının baş yapıtlarından ve “Şiir” olarak dünya var olduğundan beri ilk olması sebebiyle de temeli oluşturan, yazarı Homeros’n ölümsüzlüğü 7.sanat dalı Sinema ve üstün oyunculukla karşımıza çıkıyor.
Çok yakında, Konsey, filmi ile yeniden seyirci ile buluşacak olan Ralf Fiennes’i özlemiştik.
Dante’ye henüz varmadan, yolun yarısı tamamlanmadan ki İlâhi Komedya da, Ortaçağdan Rönesans’a geçişi anlatır.
Burada İtalyan Yönetmen, Uberto Pasolini’nin adeta Firenze’den sürüklemişte kıyıya bırakmış gibi dalgalar arasında medcezir gibi duran Kral’n (Ralph Fiennes) sessiz ve derinden dönüşü, hikâyedeki örüntüleri ilmek ilmek dokuyor. Tıpkı bir arkeoloji müzesinde, aniden canlanıveren o kaslı, güçlü ve savaşçı erkek modellerin adeta eşsiz bir tasviri ve bunca zamana karşı hiç mi yaşlanmaz bir insan.
Bence “Cevher” ile Demi Moore’n fiziği ve saçlarından çok birçok işlemsel detaydan sonra Ralph Fiennes’i yani “Büyük Kral’n Truva Savaşından”dönüşünü konuşmaları lâzım.
O derece muhteşem.
Bir kere eşsiz bir görsel şölen olması yanında ağır akmasındaki sır ise o antik çağı yaşatmak, tıpkı yazılan şiire sadık kalmak gibi bir nevi. Çünkü yeterince hızlanmış ve hızlandırılmış ve adına da sözde “yaşamak” dediğimiz, döngü içinde ne kadar boşa koşuşu da hatırlatılmakta.
İthaka; kıyılar, bir krallık savaş sonrası kaybolmuş bir halk, tahta göz dikmek ile kalmamış, yirmi yıldır yalnız kalmış Kraliçe’ye; içeriden ve dışarıdan oynanan oyunların yansıması, gayet özenle aktarılmakta.
Kral’n tanınmayacak halde türlü zorlukla ile toprağına döner dönmez, toprağına secde edip, avuçlayarak yemesi, uğruna savaş verdiği vatanına saygı ve sevgiyi çok naif bir şekilde sunmakta.
Ve eşi Kraliçe’ye tam da Kral’a yakışacak şekilde hasretini ise sıradanlıktan uzakta sunuşu.
Ülke yıkılıp, kalkınmak için yerinde saya dururken, boşlukları sisli ve kirli işlerle tasarlayanlar ve de geçmişe sadık olmayan, hiçbir şey bilmeyen gençliğin vurdumduymazlığı da güzel aksettirilmiş.
Gelelim kaderi değiştirecek kısım, Kraliçe’ye.
Bazı kadınlar makyajsız, doğal güzellikleri ile harikalar, bana göre. Kraliçenin yeniden eş seçimi töreninde, makyajlı olarak karşımıza çıkan ve adeta bir Cleopatra görünümlü Juliette Binoche’u, beğenmesem de rolünün hakkını tam şekilde vererek, gerçek bir Kraliçe duruşunu vermekte.
Filmin bütününde zaten Kraliçe, Kraliçe… Yine her rolün aktristi J.Binoche, karşımızda pek tabii ki.
Kral kendisini savaşmak için bıraktığında, yataklarını mühürleyip, önüne halı tezgâhı koyup, sadece savaşı anlatan kırmızı renkli kan iplikler ile kocası ve ülkenin Kralını bekleyişinde ki asalet görülmeye değer.
Kendisine musallat olan artık çapulcuların bile boşluğu değerlendirmeye kalktığı yerde, sahipsiz Krallık ve ülkede, babasız ve savunmasız büyümek zorunda kalan Prens Telemakhos’n bile bir şey yapamayacağı, buna karşı direncini hiç yitirmeyişindeki zarafet, yüzyıllar öncede bıraktığımız bir işleyiş.
Çünkü insanlık artık hoyratlığı benimsemiş, yaşamak ve yaşatmak eğiliminde.
Saraya bir şekilde varan Kral’n, Kraliçe ile şömine önünde karşılaşmaları ve ben Kral’ı boşuna mı bekledim?
-Erkekler neden başka toprakları istila eder?
-Benim kocam da insan öldürdü mü?
-O da kadınlar ve çocuklara tecavüz etti mi?
Cümlelerindeki güç savaşlarının arkasında dişil gücün naifliğini, şefkatini, filmin iki yerinde repliklerde verirken.
Kral’ı Odysseus’u yıkarken ve henüz Kral olduğu kanıtlanmamışken, Kraliçenin hemşiresi ki kayınvalidesi olmakta, ilk ava gidişinde aldığı yaradan, bacağına dokununca oğlunu tanıması, yere düşmeleri, birbirlerine sarılarak yuvarlanmaları ve anne ile oğlun, Kraliçeye söylememe kararı altında, kayınvalidenin:
-Doğru söylüyorsun, o bizim kadar güçlü değil;
Sözünü, adeta finale doğru yedirtecek olan Kraliçenin, gerçek bir dişil olarak son ilmeği atacak oluşu, güçlü kadın olmanın, erkek olmamaktan geldiğinin de altını çizmekte.
Krallığına, Kralı yokken bile tüm cehalet ve ölümle tehdit edilip, zorla evlendirilmek istenişi,kocasına sonsuz bağılığı o gitse bile süren ve tüm bunları, açmazı ölüm potasında evrilen ve de dönüştürebilen bir sunuş, gerçek bir irâde var karşımızda.
Kendin ve var olan ile yetinmek. Ve elbette kimseye zarar vermemek, adil olmak.
Son sahneye kadar, Kraliçeyi, yasını bile yaşayamadan erkeklerin hırsları ile rahatsız edişleri, ve erkekler dünyasına bakıldığında; sırtlanlar sürüsünün sözde egemenlik ve güç peşinde iken geride kalanlara acımayışları, açıklıkla sunulmakta.
Yaradılış itibari ile her varlıkta mevcut olan dişil ve eril dengeyi terse çeviren varlıkların, dünyayı ve kendi dünyalarını cehenneme çevirilişlerindeki, akış oldukça iyi ve hiç hızlandırılmamış şekilde verilmekte.
Varlığa yaklaşımdaki zarafet, Kral’n Kraliçe’ye, eş seçimi töreninde:
-Bir dilenciyi, bir ok adam eder mi? Kraliçem, dedikten sonra gösterdiği ve esasında, savaşta kaybettiği kendi varlığının aktarımı sonrası:
Adaylar arasında tartışılmaz şekilde kendi okunu, kendi kullanabilecek tek kişi olmasının avantajları ve muhteşem bir ok ne şekilde tutulur, savaş nasıl kazanılır gibi detayları ile birlikte bir Kral nasıl yetişir, sorusunun cevabını da vermekte.
Ve doğal olarak tüm yorgunluğuna rağmen kazandıktan sonra huzurunda eğilerek -Bunu mu istemiştiniz, Kraliçem!
Deyişi, tüm erkeklerden süzüp, onu en tepeye koyuyor…
Netice de bir kadını, pozisyonu ne olursa olsun, hayat yolculuğunda her bakımdan Nirvana’ya ulaştıracak olan erkektir. O dağ, dorukta kar kümesi ile beklemiştir, çünkü. Sadece iyi günlerde değil esası, gerçek yoldaşlığı teşkil edecek olan zor günlerin aşılması gerektiğinde de.
Erkekte, nitelikli Kadın varlığı, sayesinde bolluk ve bereketine ulaşabilecektir.
Bunun gerçekliğini en tepe noktadan alır yönetmen aynı zamanda tüm insanlığında gerçekliği olduğunu sunar.
Bu anlamda sözde erkeklik yaparak salınan sırtlan sürülerinin ya da para sahibi tüccar ya da diğer Kraliyete yakın kişilerin, karakter yansımalarını yönetmen, ustaca ve adeta bir tiyatro gibi açmakta.
Karısına yani Kraliçeye, saraya varır varmaz musallat olduğunu öğrendiği Antonius’a verdiği cevapta, Kral olabilmenin, gerçek işleyişinde yatmakta:
-Başkasının sofrasındasın ama bir dilenciye bir lokma vermek istemiyorsun!
Kral, tarih tekerrürü gibi tıpkı Truva atından çıkarak kendi mahallesine (kraliyeti, toprağı, adası) gizlice girer ve her şeyi analiz eder.
Sonunda ne olur?
İzleyelim. Görelim.
Bu filmden alınacak en önemli çıkarım.
Ne Kral olmaya, ne Kraliçe olmaya kalkmayın.
Onlar gibi olmak için önce derin bir bilgelik, zarafet, anlayış, hoşgörü, görgü, disiplini terbiye ve en önemlisi sadakat gerekmekte.
En önemlisi de temelde öyle yaratılmış bir varlık. Yani ÖZ kuvveti.
Sadakat ise sadece iki cins arasında yaşana gelen bir gerçekliğinde, çok ötesinde. Çünkü kişi önce kendisine sadık ise vatanına, vatandaşına, ailesine, eşine ve yaptığı her işe sadık olacaktır.
Antik Yunandan beri Filozoflar ne anlatmaya çalıştı?
Sonra Kraliçe gibi eşsiz bir sadakat ve tutkulu sevgi bağı ile sadece, Kralına ve Kocasına, tam teslimiyet içinde son sözü söylemeyi, kendinde saklı tutarak ustaca bir hamle ile “Bu dokuma bittikten sonra eş seçimine geçeceğim” dediği ama dokuduğu materyali bitmesin, yani Kral’ın gelişine olan tam inancı ile her gece yeniden söktüğü, zaman kazandırmak istediği bir ince zarafet ise bilgeliğinde yatmaktadır.
Demek ki dediğimiz gibi her şey özdedir.
Herkes çok ister ama kimse kolay kolay, ne Kral ne de Kraliçe olabilir.
Hoş bir film.
İki güzel ve başarılı oyuncuyu görmek için bile değer.
EMEL SEÇEN