İstanbul
Orta şiddetli yağmur
7°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
35,4863 %0.04
36,6656 %0.25
3.548.384 %3.187
3.073,10 -0,04
Ara

Karanlığı boyayanlar

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Karanlığı boyayanlar

Bakır meşaleler gecenin karanlığını aydınlatıyor, çalgıcılar altın dişleriyle gülüyor, ateşten nefesleriyle dantelalarını kemanlarının yakasına takıyorlardı. Utlar, kemanlar, klarnetler, Endülüs işi perdesiz gitarlar, ziller, defler çok eski zamanların adı konmamış eski bir müziğini çalıyordu. Hava kurşun gibi ağırdı ve çingeneler herkesi kurşun dökmeye çağırıyordu.

Kadim Mısır, Bizans, Roma, Bask, İspanyol, Seferad, Osmanlı, Pomak, Ari Hint ve Endülüs suretleri dolaşıyordu ortalıkta. Gece “Pi” kokuyordu, gece “Ra” kokuyordu. Gece ilahi saltanatları anlatıyordu. Hor’a tapanlar, Tin’li krallar sırtlarında piramitlerle dolaşıyordu. Kraliçe Hatşepsut oradaydı, Thotmes ve Thotmeşin, Amonofis, Mernefetah oradaydı. Nefertiti oradaydı. Herkes, herkes için “Om Mane Padme Hum” diyordu. Gece Cipsice konuşuyordu, gece Baskça konuşuyordu. Jitanlar, Arileri selamlıyor, zil, şal ve gül sonsuz uzun gecenin içinde kobalt mavisi sislere karışıyordu.

Alev kırmızısı elbisesi içinde kömür karası gözlü, kuzguni kara saçlı kadın, ağır adımlarla dönüyordu. Kadının kulaklarındaki halkalar, erimiş bir altın gibi aşağılara akıyor, fildişi renkli ince uzun boynunu okşuyordu. Alplerden, Toroslardan ve Karpatlardan esen is kokulu ağır bir rüzgar,  sabahı olmayan bu Endülüs gecesine karışıyordu. Kadın inci dişlerini göstererek karanlık gökyüzüne gülüyordu. Kırmızılı kadın “Si Senyor” diyordu. Kırmızılı kadın “Evet Beyim” diyordu...

Çingenelerden söz ederken hep böyle gizemli betimlemeler yapılır. Meşaleler, yanık çalgılar, kırmızı elbiseler, kapkara gözler, gümüş parıltılı bıçaklar, zakkum pembesi şallar, altın halkalar. Yahya Kemal Beyatlı da onları anlatırken “Zil, şal ve gül” der. Gerçekten böyle midir? Dünyanın bu en eski halkı gerçekten de hep böyle müzik ve eğlence içinde mi yaşar?

Ne yazık ki, çingenelerin tarihindeki puslar yavaş yavaş kayboldukça ortaya çıkan gerçekler, bu anlatılanların dışında bir dünyayı ortaya koyuyor. Çingenelerin tarihi acılı bir tarih.

Çingeneler, Avrupa’da bugüne kadar hep aşağı sınıftan insanlar olarak görüldüler. Başka bir deyişle onlara  “Avrupa’nın paryası” muamelesi yapıldı.

Ortaçağ Romanya’sında bir Çingene’nin bir domuz fiyatına alınıp satıldığını yazıyor tarihler. 18’inci yüzyılda Prusya’da onsekiz yaşını geçmiş çingeneler, sadece sürdükleri göçebe hayat tarzı yasadışı diye mahkemeye bile çıkarılmadan idam sehpasına yollanıyordu.

Naziler, ari ırkın kanlarını karıştırıyor diye Çingeneleri ölüm kamplarına sürdüler. 500 binden fazla Çingene, bu kamplarda can verdi. Nazilere göre onlar doğuştan suçluydular.

Sami ırkından gelenlere benzeyen görünüşleri yüzünden, Avrupalılar Çingenelerin Arap olduğunu düşündü. Zaten Çingene (Gypsy) kelimesinin kendisi de Mısırlı yani Egyptian sözcüğünün bozulmuş haliydi. Tarih boyunca hep oradan oraya göç etmek zorunda kalan Çingeneler, gittikleri her ülkede aşağı yukarı “Mısırlı” anlamına gelen farklı isimlerle anıldı.

Rumca'da “Gypthos”, “İngilizce’de “Gypsy”, İtalyanca’da “Zingari”, Romence’de “Tigani”, Kafkas dillerinde “Basa”, Suriye’de “Dom” denildi onlara. Onlarsa kendilerine “Rom” yani “insan” diyorlardı.

Evet insanlar ve dünyada yaşayan diğer tüm insanlar gibi güzel insanlar.  “Çingeneler baharın ta kendisidir” diyen Ahmet Haşim, sonra da ekliyor: “İnsanın tabiata en yakın kalan ve güzel cinsidir. Zannedilir ki, bu tunç yüzlü ve fağfur dişli kır sakinleri, insan şekline girmiş bir takım neşeli ağaçlardır.”

Çingeneler tüm dünyada sayıları 12 milyonu bulduğu sanılan topraksız, evsiz ama umutlu ve neşeli bir halk.  Onlar güneş dövüyorlar. Onlara ateş dansçıları deniyor. Carmen onlardan çıktı. Ama acılı tarihlerine bakılırsa, belki de o hep neşeli ve gülen Carmen hiç yaşamadı. Zaten kent hayatına hep teğet geçtiler. Puşkin’in Çingeneleri anlattığı ünlü “Bakır Atlı” şiirinde, yaşlı bir çingene, kendilerini ziyaret eden bir Rus Beyi’ne, “Bırak git bizi, ey mağrur kişi / Biz vahşi, kanunsuz adamlarız. / Ne işkence gelir elimizden, / Ne kimseyi cezalandırırız." diye seslenir.

Çingeneler yaşadıkları acıyı gizlemek için hep zil, şal ve güle verdiler kendilerini. Bohçalarında çarşaf sattıkları sanılıyordu ama, aslında onların bohçalarından hep aynı desen, aynı renk, aynı kumaş çıktı. Yani hüzün çıktı. İsimleri Carmen oldu, Zemfira oldu, Zarije oldu, Zare oldu, Matko oldu, Gryga oldu, Dadan oldu, Mariula oldu, Kibariye oldu, Güllü oldu, Kezban oldu, Pedro oldu, Don Jose Navarro oldu, Bayram oldu ve İsmail oldu. İsimleri her ülkede farklıydı ama, kadersizlikleri ortaktı.

Onlar hep yalnız kaldılar, dışlandılar. Bu yalnızlık yüzdendir ki, onların tarihini hep başkaları yazdı. Onlarda sadece aşk vardı. Onlar tüm insanları, bir mavzer kurşunu gibi çarptığını yere seren bir aşkla sevdiler. Ama ötekiler, yani “Gaci”ler onları böyle sevmekten kaçındı.

Onlar acılı kentleri misk ve tarçından kulelerle neşelendirdiler. Paylarına düşen ise hep acı ve keder oldu.

Onlar sırf öteki insanlar ve kendileri acı çekmesin diye tüm acıları kendi “üreciklerine” hapsettiler, en onulmaz aşk acılarını, gece vakti ıssız bozkırların üzerinde yükselen binlerce yıldızdan çaldıkları tozlarla iyileştirdiler. Onların gönül yaralarına ise kimse dönüp bakmadı.

Çalgı çalacakları zaman buna müzik değil de “Bu akşam bir ahenk yapacağız” dediler. Çünkü ahengi, yani uyumu seviyorlardı. Bunu da anlatamadılar.

Onlar ölürken gökyüzüne baktılar ve kocaman güvercinler gördüler. İşte o zaman gülümsediler. Çünkü inanışlarına göre ölürken güvercin görmek, Hıdrellez’de görüp de gizlice sevdalandıkları ve kavuşamadıkları kadınla ilk ve son kez sevişmek demekti. Bu sevda çağrısını da duyuramadılar.

Sonra serçeler uçtu ve ardından hüzünlü bir yağmur başladı. Lavanta çiçeği kokulu Çingeneler altın dişleriyle gökyüzüne gülümsediler. Ateşten nefesleriyle kör karanlıkları aydınlattılar.

İşte bu yüzden onlara  “karanlığı boyayanlar” denildi...  

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *