İstanbul
Orta şiddetli yağmur
7°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
35,4573 %-0.07
36,4748 %-0.32
3.508.266 %3.257
3.061,67 0,27
Ara

Baharın gelişinin, Türkçenin gidişinin ayıdır mart…

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Baharın gelişinin, Türkçenin gidişinin ayıdır mart…

Mart ayı sene içerisinde önemli misyonlar üstlenmiş ayların başında gelir. Bir kere yaza aralanan penceredir; az mı? Soğuğun ılıklığa, griliğin yeşilliğe, kışın bahara döndüğü mevsimin ilk göz ağrısıdır…

Her ne kadar baharın gelişinin ayı olsa da Mart, aynı zamanda Türkçenin de gidişinin ayıdır. Neden mi? Türkçenin en kıvrak nâsirlerinden (nesir yazarlarından) Yusuf Ziya Ortaç gene bir Mart günü, 11 Mart 1967’de aramızdan ayrılmıştır.

 Cumhuriyet devri Türkçesinin en acı kayıplarından biridir bu vefat… Her tükenişin bir başı vardır ya, Türkçenin bugünkü tükenişin hızlandırıcı faktörlerinden olmuştur Yusuf Ziya Bey’in ölümü! Sonra, birkaç seneye, omzunda tünediği yıllarda kartallarla aşık atabilen Akbaba dergisi öldü; peşinden elinde altın kıymeti kazanan edebî fıkra türü ve en son da dilinde bambaşka şuh bir hüviyete bürünen Türkçe! O’nun gibi konuşabilen, yazabilen bir şahsiyeti uğurladığı için Mart’a nasıl gönül koymayalım!

Ortaç; berrak, terkipsiz, güzeller güzeli Türkçeye sahip ortalama bir şairdi. Bugün şiirinin hiç zikredilmemesine aldanmayınız; şimdiki şiir lisanını arkadaşları Orhan Seyfi Orhon ve Faruk Nafiz Çamlıbel’le beraber inşa edendi O! Sonra Ömer Seyfeddin, “Sen iyi bir şair olamayacak ve iyi bir mizah yazarı olacak kadar zekisin!” demişti de mizah vadisine salınarak girmişti. Hem de bizde basının seyrini değiştiren Simavi ailesinin babası Sedat Simavi Bey’in Diken mecmuasında… Bu vadiye kısa zamanda damgasını vurdu; Orhan Seyfi Orhon ile beraber tam yüz sene önce çıkartmaya başladığı Akbaba ile de vadinin rakipsiz patronu oldu, hem de senelerce! Ve kendisine edebiyat dünyasının kapılarını açan şiiri ehline bıraktı: “Ben, şiirin en iddiasız adamıyım!” diyerek…

Hâlbuki iyi şiirler de bıraktı manzum haznemize… Pek severim Anahtar şiirini; ne zaman ömrün kilitli kapıları ardında mahpus kaldığımı hissetsem okurum:

“Bulsam bir sihirli anahtar bulsam,
Toprak kilidini açsam dünyanın,
Çözsem düğüm düğüm muammasını
Ölüm dene sonsuz büyük rüyanın!

Bulsam, bir sihirli anahtar bulsam,
Ne yıldızlar için, ne güller için!
Alnı eşiğinde bekliyenlere
Açılmak bilmeyen gönüller için!”

Binnaz isminde, başarılı bir manzum piyes de yazdı. O genç yaşında çok takdir edildi. Yalnız esas şöhretini su götürmez ki nesir türündeki başarısına borçluydu. O, kelimelerin düz yazıdaki sihirbazıydı.

Bizde nesrin gelişimiyle Cumhuriyet’in gelişimi emsaldir. Ve gelişiminin çoğunu mizahçıların şuh, esnek, esprili kalemlerine borçludur. Başta Ahmet Rasim’in, Direktör Âli Bey’in isimlerini zikretmek gerekir… Onlar, güzel nesir Türkçesinin inşaına ilk kazmayı vuranlardandırlar. Sonra gazete ve mecmua sayfalarında Cenap Şahabettin’i, Ahmet Haşim’i, Refik Halid Karay’ı okuduk. Nesrimiz daha da gelişti. Bu isimlerden çok sonra Bedii Faik, Çetin Altan gibi kalemlerin Türkçesinde nesri bulduk.

Fakaaat!... Türk nesri şüphe yok ki zirveyi iki isimle tecrübe etti: Falih Rıfkı Atay ve Yusuf Ziya Ortaç. Hem kendilerini okutan, hem edebi, hem anlaşılır, hem tadında, hem kıvrak, hem terkipsiz, hem de leziz bir düz yazıydı onlarınki… Senelerdir en çok okunanlardan oldular, bayağılığa, âdîliğe kaçmadan. Bir değil birkaç nesle o hafif, zarif dilleriyle hâlis Türkçe aşısı yaptılar.

Yusuf Ziya Bey, Falih Rıfkı Bey’den haftalık yazmasıyla ayrılırdı. Günlük yazmayı da denemişti lakin o istiareler, söz oyunları aceleye gelemezdi. Nesrinin büyüsünün bozulmadan devamı haftalık yazmasında saklıydı. Akbaba dergisindeki başyazıları bilhassa devrinin genç yazarlarının, yazarlık okulunda kullandıkları ilk kaynaktı.

Dili keskindi de… Aziz Nesin’in tabiriyle kaleminden hem zehir hem bal akardı. Öz Türkçeleşme furyasında kitaba “bitik” adının verilmesini ve Türkiye’de kitabın önemsizliğini hem de bir seyahat yazısında nasıl hicvetmişti:

“Ama belki yüzde bir, belki binde bir, taşıtsız bir Alman evi, radyosuz bir Alman evi vardır… Fakat Almanya’da kitaplığı olmayan bir ev bulamazsınız. Kitap dedimse, sakın aklınıza bizim birer, ikişer liralık mizah yayınları gelmesin. Almanya’da kitapçı dükkânı, kuyumcu dükkânı ile yanyana duruyor: Bir kitap, yirmi mark, otuz mark, kırk mark, elli mark… Türkçe değeri mi?... Altmış lira, doksan lira, yüzyirmi lira, yüzeli lira… Para harcamakta pek hesaplı olan Alman, kitaba hesapsız cömerttir.

Orada kitap, bizdeki öz Türkçe karşılığı gibi “bitik” değil!”

İşte bu Yusuf Ziya Ortaç’ı tam elli beş yıl önce bir Mart ayında kaybettik. Yattığı yer daim ışık alsın. Kıymetli ailesine tekrar başsağlığı dilerim.

İstisnalar kaideyi bozmaz a, bazen genel-geçer kaideler de sekebiliyor. Mesela bu sene bahar bir türlü gelmedi. Epeydir sesi çıkmıyor ama ümit edelim de Türkçemiz de gitmemiş olsun…

 

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *